29 Nisan 2016 Cuma

1MAYIS SADECE İŞÇİNİN EMEKÇİNİN BAYRAMI DEĞİL


Aslında bu yazıma 1 Mayıs Bayramının tarihsel gelişimini anlatarak başlayacaktım. Sıkıcı olmamak için çok daha anlaşılır halde yazmaya karar verdim.
Bilmelisiniz ki bu bayram sadece solcuların ve sadece işçilerin bayramı değildir.
Çalışan üreten,  köylünün, çiftçinin, küçük esnafın, sanatkarın, kendisini patron sanan küçük işletme sahibi olan ve  emeğinin karşılığını alamayan herkesin bayramıdır.
ABD nin Chicago kentinde Ta, 1880'li yıllar da, çalışma şartlarının çok kötü olduğu, Küçük çocukların karın tokluğuna çalıştırılması ve işçilerin 14-15 saate kadar çalıştırıldığı, Şirketler eşi görülmemiş bir hızla büyüdüğü zamanlarda başlamış ilk mücadele.  Bu şartlara isyan eden 40 000 tekstil işçisi, ilk mücadeleye başladıklarında üzerlerine açılan ateş sonunda, 4 işçi hayatını kaybediyor. 8 işçi idama mahkûm ediliyor ve 1400 işçinin işine son veriliyor.
Yapılan mücadele ise, 8 saatlik iş günü, ve emeklerinin karşılığını alma, insanca yaşama mücadelesiydi.
                 1 Mayıs tam 25 yıl sonra, 1905 te, ilk kez Türkiye’de İzmir’de kutlanıyor.
 1920 de İstanbul’da kutlanıyor. 1923 te ise, 1 Mayısı'n da çok sayıda yerli ve yabancı işletmede çalışan işçiler greve çıkıyorlar.
              İşçi taleplerinin arasında, ne var biliyor musunuz? "yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs'ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı" vardı ve birçok işçi tutuklanıyor.
              Ne garip değil mi bu ülkenin ilk uyanan ve mücadele veren kesimi işçiler oluyor. 1935 yılında çıkarılan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun" adıyla çıkarılan düzenleme ile "1 Mayıs Bahar ve Çiçek Bayramı" olarak genel tatil günlerine dahil ediliyor.
             1977 yılındaki 1 Mayıs işçi bayramı kutlanmasında, Taksim alanında, iğne atsan yere düşmeyecek bir katılımla yapılırken;  Dönemin DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler'in konuşmasının sonlarına doğru, çevredeki binalardan halkın üzerine ateş açılıyor. Yaşanan paniğin ardından 37 insanımız yaşamını yitiriyor ve 200'den fazla yaralanan oluyor.
            1880 de ABD de yapılan katliam gibi saldırı, 1977 yılında Türkiye de yapılıyor.
             Neydi bu acımasız saldırının amacı? 
Çalışan üreten ve emeğinin karşılığını alamadığı için insanca şartlarda yaşayamayan, derlerini bayramlarda anlatmaya çalışan bu insanlara düşman olanlar kimlerdi?
Hâlbuki şirketler son hızla zengin oluyorlardı.
İşçilerin üzerine ateş eden tetikçiler de, belki de karın tokluğuna çalışanlardan birazcık daha fazla ücret alan insanlardı.
Gariptir ki, Üreten olmazsa, patron olmaz. Patronun sermayesi olmazsa işçinin çalışacağı fabrikalar olamazdı. ( Bu tespit kapitalist sistemler için geçerlidir.)     
Şimdi çok basit olarak anlatıyorum.
Fabrikaların çok olduğu, işçilerin çalışanların maaşlarını dolgun aldığı, bir ülkede; üreten çiftçi, köylünün, esnafın, sanatkârın ve hatta patronların da ürünleri değerinde alınır satılır.
Kazanç çok olursa, vergi çok toplanır. Refah düzeyi yaşam koşulları güzelleşir. Toplumsal barış çok daha güzel korunur.
Bir diğer açıdan baktığımızda, Ülkemdeki terör olaylarının durması da, bu şartların iyileşmesine bağlıdır. İşi, aşı,huzurlu bir yaşamı olan hiçbir kimse, dağa çıkmaya ikna olmaz.
        Çok uzun yazılarımın okuyucu sayısı azalıyor. O nedenle kısa ve öz olarak söylüyorum. 1 Mayıs sadece İşçinin, emekçinin değil, üretenin, çalışanın, çiftçinin, köylünün, esnafın, sanatkârın, memurun ve hatta İşveren ve patronlarında bayramı olmalıdır.
        Ülkelerin büyümesi, kalkınması ve bekası, tüm üretenlerin kazançlarının artması ve huzuru ile mümkündür.        Mehmet KIZILASLAN 2016-04-28


.



25 Nisan 2016 Pazartesi

BÜYÜK ŞEHİR YASASI ÇILDIRTIYOR.

               

Büyük şehir yasası, mahiyetindeki belediye başkanlarını çıldırtma noktasına getirdi.
Köylerin, beldelerin, mahalle durumuna dönüştüğü, bu mahallelere hizmet götürmek zorunda olan belediyeleri çıkmazlara düşürdü.
Bir çoklarımız farkında değiliz belki ama, doğumumuzdan ölümümüze kadar her derdimizi, her sıkıntımızı, çözmek zorunda olan belediyelerin küçükleri, yani Büyük şehirlere bağlı olanları perişan durumdalar.
Dokunsanız ağlayacak durumdalar.
İller Bankasının her belediyeye gönderdiği ödeneğin;
% 30 unu büyük şehir alıyor.
% 10 unu Aski, İski, denen kurum alıyor.
% 20 sini de Belediyenin eski borçlarına mahsuben kesiyorlar.
Hadi buyurun, kalanı ile Belediyeniz de vatandaşlarınıza hizmet götürünüz.

Şimdi bunu İller bankasından 22 000 nüfuslu ve 660 000 TL kaynak ayrılan bir Belediyenin durumunu inceleyelim isterseniz.
             % 30 u, 198 000 TL eder. Büyük şehir tarafından kesildi.
             % 10 u,   66 000 TL eder. Aski yada İski tarafından kesildi.
             % 20 si, 132 000 TL eder. Belediyenin eski borcuna mahsuben kesildi.
Toplam kesinti:  396 000 TL eder.
Kalan Para       : 264 000 TL dir.
Hadi bu parayı; 500 000 TL ye yakın personel giderlerinize mi harcarsınız?
Yoksa bulunduğunuz ilçede vatandaşınıza hizmet için mi harcarsınız karar veriniz?

Biliyorsunuz ki her eleştirel yazılarımızda çözümlerini de ortaya koymaya çalışıyoruz.
Alın size çözüm:
Büyük şehre ayrılan payı, % 30 dan, % 10 lara çekiniz.
Aski yada İski ye ayrılan payı, % 10 dan, % 5 indiriniz.
Belediyenin eski borçları için kesintiyi % 20 den, % 10 lara çekiniz.
Belediye ye kalan para, 495 000 TL gibi kalsın. Hiç değilse Belediye Başkanları personel giderlerinin, İller Bankasından karşılanmasının rahatlığı ile yatırımlarını, şehirlerindeki diğer gelirlerinden karşılamaya çalışsınlar.

Efendiler, Allah rızası için, kendinizi bu belediyelerin başkanlarının yerine koyunuz.
Eziyet ettiğiniz sizden olmayan belediye başkanlarına değil. Eziyet ettiğiniz O beldenin, ilçenin vatandaşları olduğunu unutmayınız.
Biliniz ki eziyet ettiğiniz her vatandaş, sizlere dua yerine beddua edeceklerdir.
Öncelikle Belediye başkanlarının çalışmadığını zannedip, onlara olacak kötü sözleri, ama, biliyorsunuz ki kötü söz muhakkak sahibine, yani müsebbip olana, Allah katında ulaşacaktır. 
Diğer yandan Ellerini ayaklarını bağladığınız halde, sorumluluk yüklediğiniz; her alanda, kıpırdayamaz duruma getirdiğiniz, Belediye başkanları sizlerden de olabilir değil mi?
Şunu iyi biliniz ki her yapılan zerre miktar yanlış ve kasıt sizlere hesap gününde karşınıza çıkarılacaktır.
Hani inanıyorsunuz ya ondan yazdım!

                                                  Mehmet Kızılaslan 2016-04-25

22 Nisan 2016 Cuma

23 NİSAN ULUSA EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI



Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin resmî tatil günlerinden ve ulusal bayramlarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk tarafından dünya çocuklarına armağan edilmiştir.
Bu bayram, TBMM'nin açılışının birinci yılında kutlanmaya başlanan 23 Nisan Millî Bayramı ve 1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla, önce 1 Kasım olarak kabul edilen, sonra 1935'te, 23 Nisan Millî Bayramı'yla birleştirilen, Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin, 1927'de ilan ettiği ve ilki Atatürk'ün himayesinde düzenlenen 23 Nisan Çocuk Bayramı'nın kendiliğinden birleşmesiyle oluştu.
 1980 darbesi döneminde Milli Güvenlik Konseyi, bu bayrama resmî olarak "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" adını verdi.
Hakimiyet-i Milliye Bayramı (önceleri 1 Kasım, sonra 23 Nisan), saltanatın kaldırılışının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu gerçekleştiren TBMM'nin açılışının egemenliği PADİŞAHTAN ALINIP HALKA vermesini kutlamak amacını taşır.
23 Nisan Çocuk Bayramı savaş sırasında yetim ve öksüz kalan yoksul çocukların bir bahar şenliği ortamında sevindirmek amacını taşımaktaydı. 
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, UNESCO'nun 1979'u Çocuk Yılı olarak duyurmasının ardından, TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği'ni başlatarak, bayramı uluslararası düzeye taşımıştır.
Günümüzde bayrama birçok ülkeden çocuklar katılmakta, çeşitli gösteriler hazırlanmakta, okullarda törenler ve çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir.
Ayrıca 1933'te Atatürk'le başlayan çocukları makama kabul etme geleneği, günümüzde çocukların kısa süreliğine devlet kurumlarının başındaki memurların yerine geçmesi şeklinde devam etmektedir.
23 Nisan'ın Türkiye'de ulusal bayram olarak kabul edilmesinin nedeni, 1920'de o gün Türkiye Büyük Millet Meclisi nin açılmış olması,dır.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nın ortaya çıkışında 3 ayrı bayramın payı vardır. Çocuk Bayramı tamamen ayrı bir kavram olarak gelişirken, Ulusal Egemenlik ve 23 Nisan Bayramları baştan ayrı bayramlarken, birleşmişler; en son da onlara Çocuk Bayramı katılmıştır.
23 Nisan", 1921'de çıkarılan 23 Nisan'ın Milli Bayram Addine Dair Kanun ile, Türkiye'nin ilk ulusal bayramı olmuştur.

Bu kadar ansiklopedik bilgiden sonra gelelim bu bayramın önemine.
Bu bayram Padişahlığın kaldırılması ile, Padişahlıkta olan egemenliğin, kayıtsız şartsız halka verilmesi, yani demokratik sisteme geçilmesinden dolayı en önemli bayramlardan ilki dir.
Dostlarım, hepimizin, her şeyi bırakıp bu bayrama gereken önemi vermemiz, kutlamamız gerekir.
Bu bayram savaştan çıkmış babaları cephede ölmüş çocukları sevindirmek için çıkan çocuk bayramı olmakla birlikte, insan olduğumuzu, seçme seçilme hakkımızın olduğunu, Padişahlığın kaldırılıp, yönetimde söz sahibi olmamızın gerektiğini yasallaştıran ilk en önemli bayramdır.
İnadına kutlayalım.
İnadına sahip çıkalım.
İnadına çocuklarımıza anlatalım.
İnadına çocuklarımızla birlikte yaşayalım bu bayramı.
Padişah olması teklif edilmesine rağmen, padişahlığı kabul etmeyen, Atamızın bize hediyesidir. Bizlerin, hiçbir mücadele vermeden, aldığımız bu yönetimde söz sahibi olma hakkının verildiği, bayramımızı sahip çıkalım.
Saygılarım, Ulusal egemenliğin Halkımızda olduğunu inananlara.
Saygılarım padişahlığı istemeyenlere.
Saygılarım çocuklarımızı bu bayramı yaşatanlaradır.
                                                         Mehmet Kızılaslan 2016-04-22  



11 Nisan 2016 Pazartesi

ÇOCUK İSTİSMARINDA DÜNYADA İLK ÜÇÜNCÜ SIRADAYIZ

ÇOCUK İSTİSMARI KORKUNÇ BOYUTLARDA

Bu yazımı birilerini suçlamak için değil, nerede hata yaptığımızın bulunması ve araştırılması gerektiğini vurgulamak için yazıyorum.
Bir yıl içerisin de ;
11 yaş altında, 2052
12 -14 yaş arası,2651
15-17 yaş arası,6387 çocuk, cinsel suçların mağduru olarak, mahkeme kayıtlarına geçmişse,
Türkiye, çocuk istismarı konusunda Dünya ülkeleri arasında, üçüncü sırada yer alıyorsa, Yanlış giden bir şeyler var demektir.
Devlet, koruması gereken çocukları koruyamıyorsa, açması gereken yurtları kendisi açamıyor ve kişilere, kurumlara, vakıflara, cemaatlere yurt açmaları yolunu açık bırakıyorsa, ve açılan bu yurtları denetleyemiyorsa, yanlış giden bir şeyler var demektir.

Karaman da, öğretmen demeye dilimizin varmadığı, hayvandan da aşağı bir yaratığın, onlarca çocuğu, defalarca istismar ettiği ( tecavüz ettiği) olay açığa çıktıktan sonra, Niğde de, Gaziantep te, Diyarbakır da, Ankara da, Bursa da, Sivas ta ve birçok yerde de çocukların istismar edildiğini öğrendik.
Nere de yanlış yapıyoruz da bu çocuklarımızı koruyamıyoruz diye Araştırma yapılmamız, gerekmiyor mu?
Çocuklar, ülkemizin geleceği çocuklarımızın, cinsel istismara uğradığına dair adli makamlara her ay 650 olay intikal ediliyormuş, acaba bu konular araştırılsın dendiğinde, suç mu işlemiş mi oluruz?
Bu olayları yok saydığımız da, Münferit olaylar diye baktığımız da, vebalini ödeye bilir miyiz?

Adli tıp kurumumuz, Antalya da 15 yaşında bir kız çocuğuna, yapılan tecavüzden sonra, “Ruh sağlığı bozulmamıştır” diye rapor verir.
Mahkemelerimiz, aynı kız çocuğu, 10 gün sonra, intihar etmesinin ardından, “kovuşturmaya gerek yoktur” kararı verir.
Bizler de, “Bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Türk ve Müslüman’dır” deriz.
Bir yıl içinde 11090 çocuğumuz cinsel istismara uğrar.
Diyebilir misiniz ki bu ülke normaldir?

Bu suçları işleyenler cezasız kaldıkça,
Bizdendir, sizdendir diye korundukça,
Algı operasyonu yapılıyor diye savsaklandıkça,
Araştırma komisyonları onlarca gün sonra kurulabildikçe,
Bu pislik olayların cezaları verilmedikçe,
Çocuklarımız daha çoook istismara uğrarlar.

Efendiler, Cezasızlık kültürü, Adaletin iyi uygulanmayışı, suçlunun korunması, Bu ülkenin sonunu hazırlıyor.
Son günlerde, şirazesi bozulan üsluplarla uğraşacağımıza, Suçluların cezalarının en ağır şekilde nasıl verileceğine ve bu olayların nasıl önlenebileceğine, eforumuzu sarf etmeliyiz.
Yukarıda verdiğim rakamlar meclis konuşmalarından alınmış olup zaman kaybetmeden ne yapmamız gerekiyorsa yapmalıyız.
Öyle zannediyorum ki bu olayların birçokları da adli makamlara ulaşmamaktadır. Çünkü sonuç ortadadır. Yapanın yanına kar kalması, çocuklarımızın travma geçirmelerini önlemek şöyle dursun, ülkenin geleceği gitmektedir.
Herkes suçluların en ağır şekilde cezalandırıldığını görmeli.
Bilim adamları ve yetkililer nerede yanlış yaptığımızı bulmalı.
Çocuklarımıza istismarın, ne insani, nede İslami yanı olmadığı anlatılmalı, öğretilmeli, beyinlere kazınmalı.
Çocuklarımızın, böylesi pis olaylarla karşılaşmayacakları, temiz ortamlar sağlanmalıdır.
Ülkemizin geleceği kurtarılmalıdır.
“, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı adil davranmanız hakkında size okunan ayetler, Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.”4/127
Belki bu olayı tam karşılamıyor, ama, çocuklarımızı öldürmek değil mi bu olaylara seyirci kalmak.
Olaylara çare bulmayan, seyirci kalan, adil davranmayan, kendilerine emanet edilen çocuklara ihanet eden, ihanet edenlere göz yuman, hasılı çocuklarımıza temiz bir yaşam sunamayan devlet, devlet değildir.                        Mehmet Kızılaslan. 2016-04-11
   


 


5 Nisan 2016 Salı

BAŞKANLIK OLMALI MI?


                                     
 Alıştığımız, bize öğretilen, hatta beyinlerimize kazınan, doktrinlere, düşüncelere, öylesine bağlanıyoruz ki; bazen başka doğrular olabilir mi acaba, diye düşünme zahmetine bile katlanmıyoruz.
Tek doğru, sadece bize öğretilenlermiş, beyinlerimize kazınanlarmış, zannediyoruz.
Hele karşı fikirler, hiç sevmediğimiz, iktidarı bizlerin elinden alanlardan geldiyse, tu kaka ediyoruz. Düşünmek bile istemiyoruz, doğru olup olamayacağına.

 Şimdi kendimiz geçmişte, çocukluğumuzda beyinlerimize kazınan, fikirlerden biraz uzaklaştıralım. Farklı şeyler düşünelim, konuşalım ve hayal edelim,  isterseniz
Acaba Türkiye Cumhuriyetinde değil de ABD de ya da, SSCB yaşadığımızı düşünelim.     
O kadar ayrı yapıda insan guruplarını, aynı potada eritip, yönetebilmek, barış içinde yaşatabilmek mümkün olur muydu acaba?
        Cevabınız, “Hayır ama biz o kadar büyük coğrafyada değiliz ve farklı yapıda değiliz” olacak.
Coğrafyamızın küçüklüğüne doğru derimde, Ayrı yapıda guruplar değiliz lafınıza katılmıyorum.
         O kadar ayrı özelliklere sahip değiliz madem, senelerdir uyguladığımız yöntemlerle, barışı, huzuru, neden sağlayamadık acaba?

Neden son otuz yıldır, bu cennet ülkemizi kan gölüne döndürdük?
Bir yerlerde, otuz yıldır yanlış yaptığımızı, her iki tarafta kabul etmeyecek mi?

ABD de yaşayanlar, ABD liyim, demekten gurur duyarken; Dünyanın dört bir yanından oraya insanlar akın ederken, ABD li olmak için koşarken; Suriyeliler bile neden Türkiye de kalmak istemezler?
        Yıkılır mı bu ülke acaba, eyalet, eyalet yönetim birimlerine ayrılsa?
        Yıkılacak kadar zayıflar mıyız?
        Yoksa daha da güçlenir miyiz savaş biterse?
        Savaşa harcadığımız paralar, insanımızın refahına harcanırsa, kan akmazsa, ölümler olmazsa daha mutlu olmaz mıyız?

         Bu yazıyı yazarken bile 58 yıllın öğretilerinden dolayı kendimle savaşıyorum.
Nasıl böyle düşünebilir, nasıl böyle bir şeyler yazabilirim diye?
Bu düşünce benim beynime, senelerce kazınmış, beni hapsetmiş ve başka bir şeylerin olabileceğine inancımı yitirtmiş, öğretilerin sonucu değil mi acaba?

Hiç, Savaştığımız insanların yerine geçe biliyor muyuz?
“Geçe bilir miyiz hiç, onlar vatan haini değiller mi?” Diyorsunuz.
Otuz yıl öncesine kadar dayandıkları halde, otuz yıldır isyan ettiklerini düşündüğümüzde, aynı insanlar değimliydi onlar?
Onları böylesine, ölümüne savaşın içine sokan neydi?


 Şimdi, iki insanın bile geçinemediği, anlaşamadığı ortamı düşünelim mi?
Yürümeyen bir şeyler varsa ve bir taraf fikirlerini dikte edip duruyorsa, “ya benim  istediğim gibi olursun, ya da defolup gidersin” diyorsa; sonuç ne olur sizce?
Ayrılık olmaz mı?
Bunu hangi taraf diyorsa, o demokrat mıdır sizce?
 “ Ya sev ya defol” mantığı ile bu ülke de barış olabilir mi?
Savaş devam ettikçe, korkum o ki bu ülke de parçalanma olacaktır.
Ülkeyi bölenler de ne yazık ki hamasi nutuk atanlar olacaktır.
Bunu hangi taraf diyorsa, o demokrat mıdır sizce?
         Despot değimlidir?

         Öyle zannediyorum ki, artık bu sistem içinde beraber ve barış içinde yaşayamıyorsak; yeni bir sistem içinde, bölünmeden, huzur ve barış içinde yaşamanın yolunu bulmak zorundayız.
         Değerli okurlarım, şimdi de, eyalet sistemine geçtiğimiz düşünelim.  Başkanlık sistemini de getirdiğimizi.
         Eski öğretilerden arınarak düşünelim isterseniz. 
         İnsanlara kendi yaşam alanlarında manevra kabiliyeti vereceksiniz.
         Eyaletler, gelirlerini, giderlerini, yaşam koşullarını, kendileri belirleyecekler.
         Gelirlerinin belli bir bölümünü, savunma ve idare için, merkezi yönetime gönderilecek.
         Merkezi yönetim de, dış ilişkilerde tam yetkili olacaklar.
         Bütün gücümüzü kalkınma ve refah için harcayacağız.
         Çocuklarımıza da savaştan kurtulmuş, huzur içinde bir dünya bırakacağız.
      
        Yok, hayır, asla, diyorsanız, biliniz ki, bu ülke, eski yöntemle savaş, kan, kinden başka bir yol beklemiyor. Yolun sonu da parçalanmak tan başka bir şey olmayacak gibi.
        Daha iyi bir yöntem bilen varsa lütfen söylesin.
       Ama fikrini söyleyenlerin, lütfen askere gidecek çocukları olsun.
       Çünkü hamasi nutuk atanların hepsinin, ya çocukları yok, ya da çocukları askere gitmeyenlerdir.
        Diğer taraftan bir tane dahi olsa, eyaletlerin içinde özerk kantonların olmasını istemiyorum. Herkes en özgür yaşayacağı, eyalete taşınsın istiyorum.
         Bakalım bu alışılmışın dışındaki düşüncelerimi beğenecek misiniz?
                                                 Mehmet Kızılaslan   2016-04-05