28 Kasım 2010 Pazar

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 11




      Ne yazık ki, hiçbir kimse Liman İş Sendikası Sekreteri C. Ç.’nin sesini duymuyor yardımına da koşmuyordu. C. Ç.:
-Allah! Allah! Allah! diye bağırdıkça,
-Kes lan sesini! Burada Allah da biziz peygamber de biziz! Cellat da biziz” diye bağıran hiç şüphesiz Hanefi AVCI’ nın ta kendisiydi. İşkencede kendisini savcı olarak tanıtsa da, C.Ç. işkenceci Hanefi AVCI’yı beynine kazımıştı. Bu acımasız işkenceci O’ndan başkası değildi.
            Bir taraftan “Allahım ben nerde hata yaptım da bu işkencelere maruz kalıyorum.Nedir bu çektiğim azap?Al artık benim canım ıda kurtulayım” diye düşünürken, işkencenin ağırlığı C.Ç.’nin beyninde bir yıldızın daha çakmasına sebep oldu. 
Artık bir büyük kopuş daha yaşanmaya başlamıştı C.Ç.’nin beyninde, bundan sonrasını yine hatırlamıyordu. Yaklaşık on gün sonra, gözlerini yine hastanede açtı. Bundan sonra bir kez daha işkenceye götürdüler C.Ç.’yi, son kez götürdükleri ile birlikte üç kez Hanefi AVCI’nın işkence tezgahından geçmiş oldu. Daha sonra kapalı spor salonun bir köşesine attılar onu. Bir aya yakın orada acıları, travmaları, yaraları, bereleri ve hiç iyileşmeyecek olan yüreğinin acıları ile baş başa kalacaktı. İnsan içine çıkabilmesi için, yaraları, bereleri iyileşmeliydi. İçindeki insanlığına yapılan darbeleri, yüreğinin yaralarını hiç kimse göremezdi nasıl olsa. Görünen yaraları bereleri iyileştirilmeli ve Çıkarma Filosu’na gönderilmeliydi. Ne bu iyileşme için, devlet adına işkence yapanların ilacı kullanılacak, ne de bu vatan hainlerine! bir kuruşluk millet parası harcanacaktı. Ya ölüp gidecekler ya da işkenceye girmiş-girecek diğer gözaltında olanların vereceği ilaçlarla iyileşeceklerdi.
            Bu çok yönlü bir işkence metoduydu. Hanefi AVCI aklı sıra işkence öncesi psikolojik, işkencenin içinde fizyolojik ve hatta işkence sonrası “Alınabilirim, tekrar işkenceye götürülebilirim.” korkuları ile yine psikolojik işkencenin her türünü yapıyordu. Bunu Mersin Bölgesi’nde her gözaltına alınan vatandaşa tekrarlıyordu.
 İşin en ilginç tarafı; Hanefi AVCI sadece gözaltına alan kendisiymiş, sonrasında işkenceden sorumlu değilmiş izlenimi vermek için de gözaltına aldıklarının gözlerini kapattıktan sonra, kendisine “Savcı Bey” diye hitap ettiriyordu. O yanındaki cani ruhlu, sadist, işkence ekibinde bulunanlar da işkence süresince Hanefi AVCI’ya “Savcı Bey” diye hitap ediyorlardı.
 Bu mantık, bilinçaltına yerleştirdiği, “Adalete Güvensizliğinin” bir sonucu olmalıydı. Darbeden önce yakalayıp işkence edemedikleri ve haklarında delil bulamamalarına rağmen gözaltına aldıkları zanlıları, savcılar serbest bırakıyorlardı. Kendilerine göre suçlu olarak kabul ettikleri zanlıların haklarında delil toplamak “Akıllı polisler”in işiydi. Bunlar işin en kolay yolunu seçiyorlardı. “Sorgulamak” deyince akıllarına “polis nezaretinde sopayla her suçu bir garibana kabul ettirmek” geliyordu. İşlemedikleri suçları işkencede kabul etmek zorunda kalan,  zanlılar savcılıkta bunları reddediyorlar ve salı veriliyorlardı.
İşte şimdi geçmişin öcünü almanın zamanı gelmiş olmalıydı. İşkenceyi yapanlar kendileri değil de, adaletin temsilcileri Savcılar yapıyor gibi gösterilmeliydiler. Yaptıkları buydu. “Çok uyanıktılar” ya kendi deyimleri ile ne yazık ki(!) millet bunu da yemedi!
      Hanefi AVCI ve işkence ekibi bilmiyorlardı ki, “İşkence Görenler” kendilerini asla unutmayacaklardı. Çünkü onlar gözaltına alınırken, gözaltına alanları beyinlerine kazımışlardı. Daha sonra onların konuşmaları ve zaman, zaman işkence sırasında gözlerine bağlanan bezlerin aralanması sonucu, onları belleklerine hiç silinmemek üzere kaydetmişlerdi. İşkence görenler yıllar sonra bile işkence anındaki ses tonunu hatırlayabiliyorlardı. Kendilerini çok akıllı zannetseler de bu yaptıkları rollerde tutmadı.  Çünkü adaletin temsilcileri, Cumhuriyet Savcıları’nın hiçbirisi hiçbir zaman işkenceye katılmamışlardı.
            Bu arada Çıkarma Filosu’na gece yarısı bir cami imamı getirdiler. Masumdu yüzü imamın. Korkmuş, sinmiş haliyle girdi demir kapıdan içeri. Elindekileri mozaik zemine bıraktı ve hemen en yakın masa bankının kenarına ilişti. Etrafı inceledi korkan gözlerle. Kendisine “Hoş geldin.” sözleriyle yaklaşanların rahatlığı onu da rahatlatıyordu yavaş, yavaş. Yüz hatları, ilk geldiğindeki endişeli yapıyı güler yüze bırakmıştı artık. Dr. Y.B:
-Hoş geldin kardeş! Önce rahatla sonra kendine bir yatak seç, yerleş. Konuşmak istersen biz buradayız.
-Allah razı olsun abi. Ben eşyalarımı şu ranzaya koyayım eğer burada yatan yoksa?
-Yok. Orası boş İmam Efendi yerleşebilirsin. Diyen Dr. Y.B. bu sefer elindeki kağıda, ranzasının üstünde oturduğu halde, bir şeyler karalayan hocaya döndü:
-Hocam, bak senin cemaat iki kişi oldu.
-Allah razı olsun Y. Abi. Cemaatle namaz kılabiliriz artık. Dedi hoca gülerek. Elindeki kağıdı kalemi ranzasına koydu ve imamın yanına geldi. “İmam kardeş seni neden getirdiler?” diye soran hocanın sorusuna cevap vermekten imtina eden imam susmayı tercih etse de, ileriki günlerde mahallesindeki cemaatten öğrencilerine, Kuran-ı Kerim öğretmeye çalışan imamın gözaltına alınma sebebi “İrticai Faaliyette bulunmak” olarak kayıtlara geçecekti.
Çıkarma Filosu’na ilk geldiği günlerde, kocaman askeri barakanın içinde önce ranzasının üstünde namaz kılmayı deneyen hoca; orada bunu becerememişti. Orta yere bir bez parçası yazdı, onu seccade olarak kullanırken barakadaki APOCU gençlerden birisi, hoca namaz kılarken önünden özellikle birkaç kez geçmişti. Hatta hocanın namaz anında tepki vermediğini görünce önünde bile durup beklemişti. Bunu gören Dr. Y.B. önce Apocu’yu hocanın önünden uzaklaştırmış, sonra namazı biten hocaya dönerek:
-Hocam şu köşeyi sizin için boşaltalım, siz orada namazınızı kılın. Bize de dua edersiniz inşallah. Demişti.  

  Not: Engellenmezse devam edecek. Mehmet KIZILASLAN 2010-11-28.                     (http://demirfikir.blogspot.com/ )      

    

23 Kasım 2010 Salı

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 10



Bazıları kenara çekilip cinsel organlarının bulunduğu bölgelere merhem sürmeye çalışıyordu. Doktor Y.B. bağırdı
– Sakın onları cinsel organınıza sürmeyin. Çok canınız yanar, sakın ha.
    Bu manzarayı görenler, insanlığından nefret ederdi herhalde ya da buna sebep olanlara düşmanlığını ve nefretini gizleyemezlerdi.
    Çıkarma filosunda işkenceden dönenler yaralarını sarma telaşındayken, diğer yandan Mersinin Karaduvar mahallesinde Hanefi AVCI ve ekibi C.Ç. nin oturduğu evin  kapısını var gücüyle vuruyorlardı. Mahalle sarılmıştı. Kendilerine göre bir Vatan haini daha sorgulanmaya alınacaktı.  Kaçması engellenmeliydi. 
    C.Ç Liman iş sendikasının sekreteriydi. Suçunun sadece bu olduğunu senelerce göz altında yattıktan ve Adana Bir Nolu Sıkı Yönetim mahkemesince Salı verildikten sonra anlayacaktı. C.Ç suçluydu onların nazarında cezasını da çekmeliydi. Sendika sekreteri olmak neymiş görmeliydi.
   Karaduvar mahallesindeki küçük mütevazi evde C.Ç. işten yeni dönmüş çocukları ile birlikte akşam yemeklerini yemişler. Pijamalarını giymiş olduğu halde tahtadan çakılmış divanın üzerine uzanmış artık kahvesini eşinin getirmesini bekliyordu. Küçük çocuğunu yanına yatırmış annesine gündüzün yaşadığı yorgunluklarını anlatıyordu.
    Kapı acı acı çalınca yaşlı anne “Ya havle vela” diyerek yerinden kalktı, odadan iki üç adım atıp hole, oradan da üç adımla dış kapıya ulaştı.  – Ne o evladım ne dir bu telaşınız? Dedi anne. Ekibin başındaki Hanefi AVCI da
 -Bir şey yok anne C.Ç. ye bir şey sorup gideceğiz. Anne içeri bağırır
– C...... oğlum gel seni birileri çağırıyor. C. Ç. “kim ola ki bu saatte” diye düşünürken kapıya gelir. Hanefi AVCI
-- C..... hele gel sana bir şey soracağız.
– Efendim elbiselerimi giyip geleyim müsaade edin.
–Yok hemen geri geleceksin kapının önünde biraz konuşup döneceğiz.
        Peki efendim buyurun ne soracaksanız sorun. Bu konuşma yapılıncaya kadar Siyasi şubeye ait arabanın yanına ulaşmışlardı ki. Yaka paça C. Ç. Arabaya atıldı.
   Gözleri koyu renkli bir bezle bağlanan C.Ç. evinin önünden pijamaları ve ayağında terliği olduğu halde alındıktan ve yarım saate yakın taşıt da gezdirildikten sonra bir binanın önünde indirildi. Yaklaşık otuz basamaklı merdivenden yukarı çıkarıldı. Sorgulamayı kendisinin savcı olduğu söylenen bir zat yapıyormuş havası verilmesine rağmen; C. Ç. sesleri beyninin bir yerine kazımıştı ki sorgulamayı fiilen Hanefi AVCI yapıyordu. Onlara göre sorgulamaydı, ancak dünyanın en ağır işkenceleriydi yapılan. Aklınıza ne geliyorsa Amerikalıların Iraklı Vatandaşlara uyguladıkları ve İnternet de gördüğünüz yada göremediğiniz tüm işkenceler denendi, Liman İş Sendikası Sekreteri C. Ç. Nin üzerinde. Cop la yoruluncaya kadar dövdüler. Olmadı, konuşmadı. Falakaya yatırdılar. Olmadı konuşmadı. Filistin askısına aldılar. Olmadı konuşmadı. Çünkü sorulan sorularla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi ve bilgisi yoktu. Öylesine hırpalanmıştı ki Cemil artık çektiği acılar nedeniyle kendisinden geçmiş, ölüm mü bayılmak mı belli olmayan bir boşluğa düşmüştü. Bir yıldız çakmıştı beyninde ondan sonrakileri hatırlamak mümkün değildi. Hastaneye kaldırıldı. Birkaç gün orada kendisine gelemedi. Kendisine hiçbir ilaç verilmedi, hastanede ölmesi bekleniyordu. Tahminen bir hafta sonra kendisine gelebildi. – Nerdeyim ben? Yanında bir sivil polis olduğu halde yardım istedi hemşireden
- Bana doktoru çağırır mısınız. –Tabi efendim dedi hemşire. On dakika kadar sonra doktor geldi
        Buyur bir derdin mi var?  Dedi doktor.
        Doktor bey lütfen beni burada öldürün, ben hayatımdan vazgeçtim, bu canilere teslim etmeyiniz beni lütfen. Dedi. Doktor güldü, sadece güldü. Bir C.Ç. nin başında duran sivil polise, birde C.Ç. ye baktı güldü. Hiçbir şey demeden çekti gitti. “O dönemde hiçbir doktor işkence görenlere işkence gördüğüne dair rapor veremiyordu. Bu durumun tersini yapan Adam gibi biri vardı. Doktor Y.B. işkence görenlere işkence gördükleri ve vücutlarındaki darp izlerinin aylar sonra bile hala kaldığını belirttiği için, işkence görenlere rapor verdiği için göz altına alınmıştı. Zamanın gazeteleri de (kızıl doktor tutuklandı ) diye manşetten haber geçmişlerdi.”
   C. Ç. o günün ertesi günü tekrar hastaneden alındı ve tekrar sorgulandığı siyasi şubeye götürüldü. Bu sefer işkencenin son aşaması denenecekti üzerinde. Yine konuşmalardan gözleri kapalı olduğu halde, evinden kendisini pijamaları ve terliği ile alan, Hanefi AVCI ; "kendisine sayın savcım diye hitap ettiren", işkenceci tarafından sorgulanıyordu.  Artık dayanamıyordu, Manyetolu işkence aletinin kolu her çevrildiğinde, bağırmaları büyük bir ihtimalle bulundukları mahallede herkes tarafından duyulmalıydı. Ne yazı ki hiçbir kimse Liman İş Sendikası Sekreteri C. Ç. nin sesini duymuyor yardımına da koşmuyordu. C. Ç. Allah, Allah, Allah diye bağırdıkça “Kes lan sesini burada Allah da biziz peygamberde biziz, cellatda biziz” diye bağıran hiç şüphesiz Hanefi AVCI’ nın ta kendisiydi. İşkencede kendisini savcı olarak tanıtmaya çalışsada, C.Ç. işkenceci Hanefi AVCI’nın sesini beynine kazımıştı. Bu acımasız işkenceci oydu. Ondan başkası değildi.                     (http://demirfikir.blogspot.com/ )      
    Not: Engellenmezse devam edecek.     2010-11-18 Mehmet KIZILASLAN

20 Kasım 2010 Cumartesi

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 9


      
      Bazılarının gözlerinden yaşlar süzülüyordu, yürekleri acıyordu ama,  ayaktaydılar. Güçlüydüler, KENAN EVREN ve DARBECİ  ARKADAŞLARININ, memleketin kaynaklarına çöreklenebilmek için yaptıkları darbenin sonucu, işkencelerinin bir kısmından sağ çıkmışlar ayaktaydılar. Gittikleri menzil, Hanefi AVCI nın işkence haneleri olsa da ayaktaydılar, 
     Mut Mersin yolu takriben 2 saat sürmektedir. Bu iki saatlik yol öylesine güzel değerlendirilmeli ve bitmemeliydi, hepsinin kafasında belki de bu fikir olsa gerek marş bittikten sonra yine alışılmış suskunluklardan birisi yaşanmaya başlandı. Hiç kimseden ses çıkmıyordu artık sadece midibüsün motor sesi ve lastiklerin asvalt yolda çıkardığı ses duyuluyordu.
      İki saatlik yol, iki buçuk saat de alınmıştı, buna rağmen göz açıp kapayıncaya kadar geçmişti.
     Mersin Çıkarma Filosu Komutanlığının nizamiyesinde durdu taşıt. Kapıdaki yetkili ile taşıt da bulunan yetkili bir şeyler konuştular, kapı açıldı sonuna kadar, taşıt içeri girdi. Bir iki köşeden dönüldükten sonra, askeri bir barakanın önünde durdu. Taşıt içindekiler tek sıra halinde indirildi ve tel örgülerin kapısından ve askerlerin yatakhanesine benzeyen barakanın kapısından içeri geçildi kapı mut dan gelenlerin üzerine tekrar kilitlendi. Bu barakada iki katlı ranzalar sağlı sollu dizilmiş ortasında ormanda bulunan piknik masalarının aynısı masalar dizilmiş durumdaydı. Giriş kapısının tam karşısında kocaman bir duvar ve duvarın sol tarafında bir küçük demir kapı bulunmaktaydı. Bu kapının daha sonra gardiyanların odasına açıldığı öğrenildi.
    Herkes kendisine uygun bir ranza seçti. Bazıları diğerlerinden daha iyi anlaştığı arkadaşı ile altlı üstlü ranzalara yerleştiler. Fazlada yayılmamışlardı, hepsi bir arada derli topluydular çünkü bu balık istifi ranzaların dizilişine bakılırsa kendileri ile birlikte burası takriben 80 kişi barındıracaktı.
     Geldikleri yer Mut jandarma nezaretinden çok ferah ve ışık alan bir barakaydı. Burası büyük bir olasılıkla Nezarethane olarak değil, asker yatakhanesi olarak düşünülmüştü. Denize mesafesi elli adım kadardı. Deniz görmek istediğinizde kafanızı pencereye dayadığınızda ve doğuya doğru baktığınızda görebiliyordunuz. Bu görüntü bile insanı rehabilite etmeye yeterdi. Birde buradan tekrar işkence ye götürülmezlerse, yaşamışlardı. Allah insanı sahip oldukları nimetlerden bazılarını kaybettirerek imtihan edermiş, bazı şeyleri geri vermeye başlamıştı artık. Sevinmek istiyorlardı ama Ya HANEFİ AVCI nın işkence tezgahlarına da çekilecek olurlarsa, işte o zaman sevinçleri göğüslerinde bir yumruk oluyor boğazlarına düğümleniyordu.
         Çıkarma filosundaki nezaret hane de bir haftaya yakın bir süre geçmişti ki Gecenin ilerleyen saatinde bir minibüs yaklaştı. Işıkları barakanın karanlık pencerelerinden içeri süzüldü. Sessizlik içinde acılarını ağrılarını, işkencelerden kalan izleri silmeye çalışırcasına askeri battaniyelerinin altına büzülen kırka yakın kişi, bu minibüsün ışıklarıyla ayağa kalktı. Belli ki hiçbir kimse uymamış bataniyelerin altına saklanmışlar ve sinmişlerdi.
        Kapının üzerindeki zincirli kilit ve sonrada demir kapıdaki kilit açıldı içeri yirmiye yakın kişi daha girdi. Çıkarma filosunun bu barakaya bakan komutanı
-          Arkadaşlar sizlere yeni arkadaşlar getirdik. Ayrı fraksiyonlardan ve ayrı siyasi görüşlerden olabilirsiniz. Sizlerin birbirinize saygısızlık yapacağınıza inanmıyorum. Yapmazsanız siziler için iyi olur. Şimdilik iyi geceler.
      Dedi ve sessizlik komutanın bu konuşması ile bozuldu. Ellerindeki bohçaları, çantaları, poşetleri kapının hemen girişindeki mozaik zemine bırakan yeni gelenler orta yerde baştan sona sıralı orman piknik masalarına iliştiler. Vücutlarının görünen yerlerinde morluklar ve şişlikler geçmek üzere olduğu halde sanki serbest bırakılmış gibi sevinçliydiler hepsi.
    Sessizliği yeni gelenlerden, sonradan doktor olduğunu öğrendiğimiz Y.B bozdu
– Arkadaşlar siz ne zaman geldiniz? Gençlerden birisi
-- Biz bir hafta önce geldik abi Mut dan.
-- Hangi siyaset
-- Mut Dev-Yol abi
-- Bizde mersin Dev-Yol, ama neden sizinle tanışmıyoruz?
-- Onlar bizi hangi katagoriye soktularsa biz oradanız da ondan, dedi hoca . Diğer taraftan ayağı acılardan aksayarak yürüyen uzun boylu, esmer ve sonradan mersinin ünlü lokantalarında şef garsonluk yaptığını öğrendiğimiz yumuşak sesli birisi
-- Bizi de PKK lı diye getirdiler.
-- Nereden geliyorsunuz ?
-- Önce Kapalı spor salonuna doldurdular bizi, sonra İşkence hanelerde, hücrelerde günlerce kaldık. Daha sonra iyileşmemiz için biraz daha kapalı spor salonuna aldılar şimdide buradayız sizinle. Dedi. Daha sonra söze giren doktor Y.B
--arkadaşlar vücudunuzdaki yara berelerden iyileşmeyenler varsa birkaç merhem var bende isterseniz tek, tek birbirinize sürün. Çantasını masanın üzerine açtı birkaç merhem çıkardı ve masanın üzerine koydu. Bir anda ganimet bulmuş insanlar gibi merhemler paylaşıldı ve herkesin gözü önünde iyileşmeye yüz tuttuğu halde hala insanın içini acıtan yaralara sürülmeye başlandı. İstisnasız her gelende en az birkaç kapanmaya yüz tutmuş ya da morluğu hala devam eden yara vardı. Bazıları kenara çekilip cinsel organlarının bulunduğu bölgelere merhem sürmeye çalışıyordu. Doktor bağırdı – Sakın onları cinsel organınıza sürmeyin. Çok canınız yanar, sakın ha.
    Bu manzarayı görenler, insanlığından nefret ederdi herhalde ya da buna sebep olanlara düşmanlığını gizleyemezlerdi.
       Not: Doktor Y.B. Mersin bölgesinde işkence görenlere, cesurca işkence gördüğüne dair rapor verdiği için gözaltına alınmış iyi bir doktordu.
                                                           Mehmet KIZILASLAN 2010-11-09       
http://demirfikir.blogspot.com/      Not: Engellenmezse devam edecek.

19 Kasım 2010 Cuma

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 8


  İşkenceden gelen çocuklara seslendi hoca,
     -Hadi çocuklar önce siz, dedi dört kişiye, dışarıdaki banyonun bahçeden girilen kapısının önüne kadar getirdi, gençleri. Hava nemliydi, buna rağmen banyo kapısının önünde, bahçede olmak hocaya iyi geliyordu. İlk dört kişinin banyosu bitene kadar jandarma karakolunun bahçesinde bir ileri, bir geri yürümeye başladı hoca.
   Jandarmalar da biliyordu, çocukların hiç birisinin kaçmayacaklarını. Hepsi suçsuzdu kaçarak kendilerini suçlu duruma düşürmezlerdi. Birde başlarında hoca vardı. Gönül rahatlığıyla onların bahçede oyalanmalarına göz yumuyorlardı.
       Hoca bahçede birileri bir geri yürürken, sözlüsünden gelmesi gereken mektupları merak etmeye başlamıştı. Sözlüsü ona her hafta bir mektup gönderirdi, hoca ise haftada bazen iki, bazen üç mektup yazardı. Nezarete düştüğü günden beri mektup yazamamıştı. Sözlüsü onu muhakkak merak etmiştir, hocada sözlüsünü çok merak ediyordur. Evet ne yapıp, yapıp mektubunu yazmalıydı.
       Bir türlü kafasını toplayıp mektup yazamıyordu. Geçirdiği travma gibi işkence hane süreci, hocanın birkaç gün daha mektup yazmasına izin vermedi. Yazamıyordu, aklından geçenleri bir türlü kağıda aktaramıyordu. Oysaki nezarete düşmeden önceleri, hiç konu eksikliği çekmeden sayfalarca mektup yazıyor doğaçlama şiirler yazarak mektubunu haftada iki ya da üç gönderiyordu. 
      Sözlüsü oradaki ortak dostlarını arar ya da onun mektupları bir şekilde kendisine ulaşırdı, zaman aşk zamanı, değildi. Zaman can pazarıydı, hayat memat meselesiydi, "Ölüm kalım" meselesiydi.
       İşkenceden iyileşenler yavaş, yavaş o dört metre karelik nezaret haneye dönmeye başlamışlardı. Tabi ki kendi istekleriyle değil, Hanefi AVCI nın adamları P..ç Muzaffer komiserin ekibinin istekleri ve planları doğrultusunda bu geri dönüşler gerçekleşiyordu.
        Artık Mahkemeye çıkma zamanı gelmek üzereydi. Nezarethanede bu sefer yeniden dolum başlamış ve eski sayıya ulaşılmıştı. Üç aya yakın bir süre Mut Jandarma Karakolunun dört metre karelik nezaret hanesinde bitmişti. Herkes umutluydu. Gözaltı süresi üç aydı. Muhakkak mahkemeye çıkmaları gerekiyordu.
         Nezaret hanenin kapısı açıldı. Bu sefer kapıda Jandarma karakol komutanı belirdi.
-          Arkadaşlar hazırlanın gidiyorsunuz. Hoca devreye girdi
-          Nereye komutanın mahkemeye mi?
-          Hayır hocam sizi Mersin e gönderiyoruz. Yargılanmanız Adana bir No lu Sıkı Yönetim Komutanlığınca yapılacakmış.
-          Yani Komutanım?
-          Yargılanmanız orada sürecek. Bizdeki Misafirliğiniz burada bitti, gidiyorsunuz. Hoca ve nezaretteki çocuklarda alışılmış bir suskunluk başladı. Herkes sustu, duvarlar bile sustu. Herkes eşyalarını poşetlere toplamaya başladı. Hepsinin kafasından “ Yandık ki ne yandık, Burada bittiğini zannettiğimiz işkence, bu sefer Mersinde Hanefi AVCI nın tezgahların da devam edecek” diye düşüne, düşüne iki parça eşyalarını ve yakınlarının getirdiği yiyecekleri asıldıkları duvardan aldılar tek sıra halinde o loş ışıklı Jandarma koridorunda ilerlediler. Önce bahçeye oradan da bahçenin dışında bekleyen Midibüs gibi bir taşıta bindiler. Hoca komutanlarla ve jandarmaların orada bulunanlarıyla vedalaştı. Hepsiyle helalaştı, haklarını helal etmelerini istedi ve taşıta en son o bindi.
-               İşin en kötü tarafı gözaltına alınanların tüm yakınları ve hocanın tüm öğrencileri o gün okula gitmemiş oradaydılar. Hepsinin gözleri yaşlı elleri havada vedalaşma modundaydılar. Hoca kapıya yakın olanlardan bazılarına sarıldı vedalaştı. Ağlamayacaktı, kendisini çok zor tutuyordu ancak, ev sahibesi annesi ona çok güzel bir moral vermişti. Yıkıldığını, üzüldüğünü, ağladığını kimseye ama hiç kimseye göstermeyecekti. Gençler onun halinin çok daha kötüsünü yaşarlar ve toparlanamazlardı. Ağlamadı, dimdik her uğurlamaya gelene ellerini salladı. Askere gidiyormuş gibi, düğüne gidiyormuş gibi, hep gülerek vedalaştı. Ağlamadı, onunla birlikte midibüs hareket edene kadar hiç kimse ağlamadı. Hiç kimse üzüldüğünü belli etmedi. Hepsi ama hepsi dimdik ayaktaydılar.
           Hiç kimse suçlu değildi ki, nasıl olsa mahkemeye çıkınca masum oldukları ortaya çıkacaktı. Onlar masumdular. İçlerindeki bu duygunun birde öbür yüzü vardı, ya Hanefi AVCI nın tezgahlarına düşerlerse, Ya Mut da yaşadıkları yetmez de birde orada sorgulanırlarsa. Onların sorgusu acımasız işkenceydi. İşte orada, o düşüncede dünyaları kararıyordu. Biliyordu hoca her çocuğun kafasında bu düşünceler vardı.    
    Bağırdı avazı çıkıncaya kadar bağırdı “ Dağ başını duman almış gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar.”
Midibüste ki herkes, gözaltındaki gençler, jandarmalar, midibüs şoförü hepsi avazı çıkıncaya kadar marşa katıldılar.
      Bazılarının gözlerinden yaşlar süzülüyordu, yürekleri acıyordu amma,  ayaktaydılar. Güçlüydüler, Kenan Evren ve arkadaşı darbecilerin, memleketin kaynaklarına çöreklenebilmek için yaptıkları darbenin, işkencelerinin bir kısmından sağ çıkmışlar ayaktaydılar. Gittikleri menzil, Hanefi AVCI nın işkence haneleri olsa da ayaktaydılar,                                                       
                                                               Mehmet KIZILASLAN       
 Not: Engellenmezse devam edecek. 

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 7


     Holün bir kenarında da iri tuzlu bir kısım vardı, yürüyebilecek olanların bazılarını da o tuzlu kısımda bir ileri bir geri yürütüyorlardı. Ayakları kan toplamış çocukların ayaklarının patlaması sonucu iri tuzların rengi kan kırmızı olmuş çocuklar buna rağmen o tuzların üzerinde yürütülüyordu.  Durmak isteyenlerin başında coplar patlıyordu. Başını kaldırıp etrafa bakanlarında başında çoplar patlıyordu.
      Hocanın aklından olmadık şeyler geçmeye başlamıştı ki; P..ç muzaffer :
–Anlat bakalım hoca. Hoca korkmuş, hoca sinmişti, ancak son bir gayretle
–Ne anlatmamı istiyorsunuz ki? diye bildi
 – Bildiklerini
– Ben bir şey bilmiyorum.
–Bak hoca çocukların halini gördün kimisi tuvalete emekleyerek gidiyor kimisinin ayakları ne halde. Daha içeridekini görürsen, bütün bildiklerin bülbül gibi anlatırsın.   Hoca kendisinin bile anlayamadığı bir çıkışla
        -Bak muzaffer bey, ben hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir örgüt ve eylemle de ilişkim yok. Bana dokunur, işkence yaparsanız, sakın ola sağ bırakmayın. Eğer beni sağ bırakırsanız, siz nereye giderseniz gidin, nereye saklanırsanız saklanın, bulur ve sizin bana yapmadığınızı, ben yapar, sizi öldürürüm.  Hoca lafı söylemiş ti amma bakalım ne olacak neresinde cop patlayacak diye düşünürken hayatının en zor çıkışını yaptığını, dönüm noktasında olduğunu düşünüyordu. Sessizliğin devam ettiğini ve onların bu sefer neye uğradıklarını bilemediklerini anlayan hoca devam etti.
      -Darbeyi, Atatürk ilkelerinden sapıldığı için yaptığını söyleyen, Kenen Evren benim kadar Atatürkçü olamaz. Hiçbir öğrencim benim siyaset yaptığımı da söyleyemez. Okulumdaki sağcı ve solcu tüm öğrencilerime sorun eğer bir öğrencim benim Atatürk ilkelerinden saptığımı, siyaset yaptığımı söylerse, beni asın. Bunun üzerine p..ç muzaffer
 – sakin ol hoca, bu ne hiddet biz senin bir şey yapmadığını biliyoruz amma, sen bunlara para yardımında bulunmuşsun?
      - Hayır ben para yardımında bulunmadım. Para istediler vermek zorunda kaldım. Sizin polis arkadaşlarınızdan bazıları da verdi, sizde biliyorsunuz. Polis arkadaşlarınızın belinde silah olmasına rağmen verdiler. Benim kalemimden başka neyim var da istediklerini yapmayayım.
     — Zimmetindeki teksir makinesinin yerini sen mi söyledin? Öyle dedi Mustafa.
    — Mustafa halt etmiş. Yerini söyleseydim eliyle koymuş gibi bulurdu. Niye kırmış her dolabın kapısını kilidini ona sormadın mı, benim söyleyip söylemediğimi? Ayrıca defalarca gece bekçisi istedim okul müdürümden. Olmadı atladım Kaymakamlığa yazı yazdım. Hepsinin birer örneği bende. Sadece ben teknik öğretmen olduğum için tüm atölyenin makineleri ile birlikte onu da bana zimmetlediler. Hoca artık boşluktan yararlanıp anlatıyor da anlatıyordu. Komiser kesti
    - Bunları yazalım, seni tekrar jandarmaya götüreceğim.
   – Nasıl isterseniz ancak, para konusunu da düzelterek yazınız.  Komiser ve diğer polisler içerideki başka bir odaya girdiklerinde, hocanın ayaklarının titremesi geçmişti.    
    Nezaret haneden ve meydan mahallesinden tanıdığı çocukların bazılarının durumu gözünün önündeydi. Kimisi emekleyerek tuvalete gidiyorlar ve idrarlarından kan geliyordu, kimisinin ayakları kan revan içinde iri tuzların üzerinde zorla yürütülüyorlardı. Aynı gecenin ilerleyen saatlerinde hoca ve ayakta durabilecek durumda olanlardan 7 kişiyi daha jandarma nezarethanesine bırakıldılar.
    Hoca fiziki işkenceden, bir anlık cesareti nedeniyle kurtulmuştu amma, psikolojik işkencenin zirvesini yaşamanın ruh haliyle getirildiği jandarma nezarethanesinde o gece hiç konuşamadı. Ertesi günü sabah erkenden jandarmalardan birisi :
     -Hocam banyonuz hazır, dediğinde hoca şaşırmamıştı. Hayatının o dönemdeki en güzel anlarıydı banyoya girmek. Sıcak su ile tedavi ediliyor gibi hissediyordu kendisini. Dünya nın  en iyi hediyesini vermişti sanki jandarma komutanı hocaya. Askere döndü,
    - Komutanım a en iyi dileklerimi ilet olur mu kardeş, bu yaptıklarını asla unutmayacağım. Ona minnetlerimi ilet, ona saygılarımı ilet.
    - Olur iletirim hocam, dedi asker. İşkenceden gelen çocuklara seslendi hoca
     -hadi çocuklar önce siz, dedi dört kişiyi banyonun dışarıdaki bahçeden girilen kapısının önüne kadar getirdi hoca. Hava nemliydi, buna rağmen banyo kapısının önünde, bahçede olmak hocaya iyi geliyordu. İlk dört kişinin banyosu bitene kadar jandarma karakolunun bahçesinde bir ileri, bir geri yürümeye başladı hoca.
   Not:  Engellenmezse devam edecek.     Mehmet KIZILASLAN 

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 6

    
    Hoca işin ciddiyetini yeni, yeni kavrıyordu, yapılacak bir şeyde yoktu artık, bütün canları dışarıdan gerekeni yapmak için uğraşıyordu. Ona dik durmak ve örnek olmak kalıyordu. Ne var ki hocanın içinden, HANEFİ AVCI nın işkence hanelerinin korkusu hiç gitmiyordu.
     Korkusunu belli etmemesi gerekiyordu. Hele o küçücük nezarette kalp atışlarının bile duyulduğu yerde bu mümkün değildi belki amma becerebildiği kadar dik duracak korkusunu belli etmeyecekti.
    Nezaret haneye annesi ile vedalaştıktan sonra döndü. İçeri girer girmez işkenceden gelen çocuğun kıvranmaya başladığını ve yüzünün şekilden şekle girdiğini gördü. Bu arada, kapının kilitlendiğini zincir sesi kesildiğini hisseden hoca hemen kapıya tekrar döndü ve bağırdı dışarıya:
- Kimse yok mu bu çocuk ölecek rahatsızlandı hemen doktora gitmesi gerek.  Hoca çocuk akşamki konuştukları gibi rolünü çok iyi yapıyor diye düşünüyordu ki çocuk bu sefer avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı
- Yetişin dayanamıyorum
- Oğlum bağırma daha kimse gelmedi.
-Hocam ben gerçekten fena oldum.
-Yapma neren ağrıyor?
-Hocam kasıklarım. Dayanamıyorum çok kötü. Dedi ve bayıldı çocuk. Hoca bu sefer dışarı doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı
- Bu çocuk ölüyor yetişin. Kolonya getirin acil hastaneye kaldırın bir şeyler yapın!
  Sesler üzerine jandarma komutanı ve birkaç jandarma koşarak geldiler kapıyı açtılar. Çocuğu karga tulumba hemen nezaretin dışına sonrada hastaneye kaldırdılar. Küçücük nezaret hanede yine anlamsız bir suskunluk ve arkasından bir genç konuştu.
- Valla arkadaşlar isteseydi böyle rol yapamazdı arkadaş.
-İnşallah apandisit değildir.
–acil tedbirini alsınlar da çocuk kurtulsa.
 –Rapor hazır Allah korusun hepimizin gözü önünde hastalandı ya, işkenceciler kurtulacak yine. Doktorlarda raporu hazırladı mı, konu bir haftaya kalmaz kapanır.
    Hoca devreye girdi.
–Çocuklar içinizde Mut dan zaman, zaman dışarı çıkan, askere giden, asker, subay yakınlarının yanlarına gidip kalan var mı?
– Hocam ben bir sene Almanya daydım.
-          Normal giriş çıkış mı yaptın. Pasaportuna işlendi mi?
-           –Evet hocam.
-           –Tamam sen o süre içinde işlenen tüm suçları üstleneceksin. Biraz dayak yiyip ondan sonra kabul edeceksin tamam mı? Çocuk anlayamadı
–Olur mu hocam işlemediğim suçları neden üzerime alacağım?
-           –Aslanım bak işlesen de işlemesen de nasıl olsa işkencede üzerine bir şeyler yükleyecekler. Bari Mahkemeye çıkınca senin işkence altında, Türkiye de olmadığın zamanki suçları dahi üzerine yıktıklarını anlatır, suçsuzluğunu kanıtlarsın. Çocuğun gözü parladı. Ondan sonra diğerlerinden birisi
-           -Bende Askere gittiğim zaman işlenen suçlar üzerime alayım hocam.  Başka birisi
-           - Hocam bende subay abimler de filanca yere gittiğim zaman ki işlenen suçları üzerime alayım. Diğer birisi
-          –Bende askerde olduğum zaman işlenenleri üzerime alayım. Dedi zaten mut küçük yer ve basit birkaç olay böylece çocuklar tarafından paylaşılmış oldu.
     Ne var ki çocuklar birer ikişer kurs binası olarak yapılan, ancak işkence hane olarak kullanılan binaya çekilmeye başlandığında oradan iyi haberler gelmiyordu. Çocukların hepsi çeşitli işkencelere maruz bırakılmış, kendilerinde yürüyecek hal kalmayacak hale getirilmişlerdi. İlk önceleri biraz dayak yediklerin de üstlendikleri suçların üzerine akla gelmedik başka suçları da çocuklara yüklemişler çocuklar perişan olmuşlardı.
    Sıra hocaya gelmişti nezaretin kapısı açılmış p..ç muzaffer komiser, savaş kazanmış komutan edasıyla
 -  Sıra sana geldi hoca. Hocanın sesi çıkmadı zaten kaç günlerdir diken üzerinde bekliyor ne zaman alınacağının bekleyişinin sancısını çekiyordu. Torbasını eline aldı hoca dışarı yürüdü.
-Bırak lan o elindeki torbayı ihtiyacın olmayacak.
 –Eşyalarım vardı içinde.
–Bırak dedim sana. Hocanın sesi çıkmadı bu sefer iki kişinin kaldığı nezaretin köşesine attı elindeki torbayı. Hocanın elleri kelepçelendi dışarı çıkarıldı. Ve polis otosuna bindirildi. Hiç kimseden ses çıkmıyordu. Polis minibüsünde P..ç muzafferden başka iki polis daha vardı. Gözleri bağlandı ve araba hareket etti. Takriben bir buçuk iki kilometre kadar minibüs ilerledi ve o kuran kursu olarak yapılan binanın önünde durdu taşıt.
-Önün de basamaklar var dikkat et, dedi sağ koluna giren polis. Takriben 13-15 basmak çıktıktan sonra
–geldik düz yürü. Beş altı adımdan sonra kapı açıldı ve içeri girildi, ikinci bir kapıdan daha geçildi ve
–otur, diyen tok bir sesle, hoca oturdu. Solundaki polis gözlerini açtığında getirildiği oda koridoru gören camekan lı bir odaydı.
    İçeriden gelen böğürme seslerini andıran bağırmalara insan olanın dayanması mümkün değildi. Gençlerden birisi avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ancak dayak ya da sopa sesi duyulmuyordu. Herhalde bunu psikolojik olarak diğerleri çözülsün diye bağırtıyorlar, diye düşünmeye başlamıştı ki hoca, bir sesle irkildi
–Nasıl olsa konuşacak deyyus, birkaç manyetodan sonra her şeyi anlatır. Hoca anlamıştı bu olay psikolojik bir olay değil çocuk manyetolu işkence aletine bağlanmış can acısıyla bağırıyor. Diye fikrini değiştirdi.
  O arada hocanın bulunduğu odadan görünen antreden emekleyerek geçen bir, iki ve üçüncü çocuk holün sonuna doğru geçmeye başladılar. Holün bir kenarında iri tuzlu bir kısım vardı, yürüyebilecek olanların bazılarını da o tuzlu kısımda bir ileri bir geri yürütüyorlardı. Ayakları kan toplamış çocukların ayaklarının patlaması sonucu iri tuzların rengi kan kırmızı olmuş çocuklar buna rağmen o tuzların üzerinde yürütülüyordu. Durmak isteyenlerin başında coplar patlıyordu. Başını kaldırıp etrafa bakanlarında başlarında coplar patlıyordu.
        Not: engellenmezse devam edecek. Mehmet KIZILASLAN

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 5

-          Çocuklar bakın bu diş macunu bitinceye kadar bizim çıkacağımıza inanıyorlar.
Hoca elindeki beş kullanımlık kağıt üzerine sıkılmış macunu gösterdi. Köşedeki ayakta duran çocuktan bir ses geldi.
-Onlar HANEFİ AVCI nın İşkence hanelerini bilmiyorlar hocam, biz kendimizi kandırmayalım. Doğru söylüyordu çocuk amma herkesin de morale ihtiyacı vardı.
-          Belli olmaz çocuklar belki de öyle olur, olsa da kötümü olur?
-          Allah aşkına hocam siz inanıyor musunuz bu söylediklerinize?
-          Hoca sustu ve onunla birlikte 15 kişi daha sustu duvarlar sustu. Hayat durdu sanki. Hiç bir şey değişmeden birkaç saat geçti. Allah kahretsin bu adam nasıl bir adam ki, her yere korkusu sinmiş, işkenceleri neredeyse tüm Akdeniz den sonra her yere ulaşmıştı.
Adam akıllıydı ya, ekibindekiler de en az onun kadar akıllı sayılmalıydı. Bunlar aslında akıl fakiri, sadece kaba kuvvet erbabı, tam tabiri ile işkenceci ve düşünen insanların düşmanı, aptallardı. Nereden biliyorsun böyle olduğunu, demeyin. İmam Ali Lakaplı birisini yakalamışlar. Ali nin üzerinde mi, yoksa yanındakilerden birisinde mi bilemiyorum, bir makbuz bulmuşlar. Makbuz  DEV-YOL adına hazırlanmış teberru makbuzuydu. O Hanefi nin akıllı ekibinden P..ç Muzaffer olsa gerek –“Bize silah verin, mermi verin şerefsizler” diye basmışlar sopayı çocuklara. “geri zekalılar elinizdeki makbuz silahtan daha önemli suç delili ya” Hanefi  AVCI nın ekibindekilerin akıl seviyesi bu işte. Adamlar zeka özürlü ve sadist. Sorgulama deyince akıllarına işkenceden başka bir şey gelmiyor ki. Çocuklarda silah yok. Onlar sadece birlikte olma ve beraber hareket etme mantığı ile yola çıkmışlar. Büyük bir ihtimalle makbuzdaki Dev-Yol ibaresi, kaşe olarak hazırlanmış ve kırtasiyecilerden alınan bir makbuzun üzerine basılmıştır.
     Hoca bu makbuzları biliyordu. Bir defa da böylesi bir makbuzla Hocadan para almışlardı.
     Hocanın okulu, Mut ilçesinin Alevilerinin oturduğu Meydan Mahallesindeydi. Hocada o mahallede ev tutmuş. Toprak damlı iki katlı evin üst katında oturuyordu. Ev sahibi Hasan YILDIRIM amcaydı. Annesi hocayı, Hasan Yıldırım ın eşine emanet etmişti. Hocada Anne diyordu hasan amcanın eşine, oğlu Ali de öğrencisiydi hocanın.  Anne ye teslim edilmişti ya hoca. Kiralanan evin kapıları kilitlenmeyecekti. Anne böyle istiyordu. Yemekleri yapılacak, kirlileri yıkanacaktı hocanın. Anne nasıl istiyorsa öyle yapıldı, ta ilk günden beri. Hocanın sıcakkanlılığı ve samimiyeti onların emanet anlayışı ve candan lığı ile birleşince, rahatlamışlar, hoca artık evin dördüncü oğlu olmuştu.
     Hocayı aldıkları gece, jandarma ve polis işbirliği yapıp, Hasan amcanın kapısı kırılacak gibi çalınıyordu. Anne kapıyı açtı polise ağzına ne geliyorsa söyledi
 – Sizde hiç utanma sıklıma yok mu, hepimiz yataktayız niye giyinmemize izin vermiyorsunuz? Evde gelinlerim oğullarım var, hangi kıyafetle sizin karşınıza çıkacaklar? Sizin ananız bacınız yok mu? Biz hayvan mıyız sizin karşınıza uygunsuz çıkacağız.
-          Anne tamam bağırma, sizin kiracınız varmış biz onun için geldik
-          O benim oğlum, ne yaptı ki size gecenin bu saatinde almaya geldiniz, gündüzler torbaya mı girdi? Anne öylesine bir mücadeleye girmişti ki polisle, ne
jandarmaların ne polislerin cevap vermeye gücü yetmiyordu. Aslında anne hocaya zaman kazandırmaya çalışıyor, eğer ortadan kaldıracağı bir şey varsa hoca zaman kazansın istiyordu. Aşağıdaki olup bitenleri daha ilk kapı çalınmasından beri  sessizce izleyen hoca, taş merdivenlerden inip üst katın kapısını açtı.
        Buyurun benimi aradınız. dedi
        Evet senin adın M.K. mi ?
        Evet
        Hazırlan hocam gidiyoruz dedi jandarma komutanı. Hoca pijamalarının yerine elbiselerini giymek için yukarı çıktığında birkaç jandarmada onunla birlikte yukarı çıkıp evi ardılar. Hoca giyindi aşağı indi ve jandarmanın arabasına binip karakola o dört metre karelik nezarete yerleşmişti.
Bu gün nezaretteki üçüncü günüydü saat 10 gibiydi yine nezarethanenin kapısı açıldı. Jandarma:
-Hocam Annen gelmiş seni görmek istiyor. Birlikte önlü arkalı dışarı çıktılar nezaret hanenin kapısı önünden fazla ilerlememişlerdi ki, Anne sarıldı hoca ya
– Oğlum geçmiş olsun seni kurtarmaya geldim.
- Allah razı olsun anne, nasıl olacak bu iş? Dedi ancak hocanın yüreği yine cız etti.
- Bak oğul bu çıkıda gelinlerimin, benim, hepimizin altınları ve bilezikleri var. Buları rehin vereceğim seni kurtaracağım. Yetmezse Hasan baban kamyonunu satacak seni yinede kurtaracağım oğlum. Hoca bir anda öylesine yıkıldı ki ayakları tutmuyor du  sanki. Bu kadar kötü durum damıyım diye düşünmeden edemedi.  
-Anne, bunları vermeden olmaz mı bu iş? Ben bu kadar kötü durumda mıyım? Hoca bunları söylerken işin ciddiyetini yeni öğrenmiş gibi ayakları titremiş yere çömelmiş ağlıyordu.
-Kalk oğul, nezaretin kapısından bakıyor çocuklar, senin yıkıldığını görürlerse onlar daha kötü olurlar, sen onların büyüğüsün, sen dik duracaksın ki onlarda ayakta kalacaklar. Anne doğru söylüyordu. Ayağa kalkması gerekiyordu, ancak dökülmüştü bu sefer hoca, yıkılmıştı. Jandarmadan izin istedi onların yatakhanesine geçtiler anneyle birlikte, bir ranzaya iliştiler. Anne hocanın gözyaşlarını siliyor ve söyleniyordu.
- Bak aslan oğlum, seni bu Yezitlere yem etmeyeceğim. Sana hiçbir şey yapamayacaklar. Sağ salim işinin başına döneceksin.
- Anne bu kadar altına kaytana ne gerek var, o zaman?  İş o kadar ciddimi anacığım.
 – ciddi olsa ne lazım, olmasa ne lazım, sen orasını düşünme rahat ol oğlum. Nezarete giderken de dik yürü, güçlü görün, aksi halde yenildiğimizi zannederler bu yezitler.
    Hoca işin ciddiyetini yeni, yeni kavrıyordu, yapılacak bir şeyde yoktu artık, bütün canları dışarıdan gerekeni yapmak için uğraşıyordu. Ona dik durmak ve örnek olmak kalıyordu. Ne var ki hocanın içinden, HANEFİ AVCI nın işkence hanelerinin korkusu hiç gitmiyordu.
                                                                     Mehmet KIZILASLAN        
        Not: Engellenmezse devem edecek.

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 4

    
-          Allah kahretsin Abi be, bu gençler ille de HANEFİ AVCI nın işkence tezgahından  geçecekler mi ?                              
-          Hocam Allah aşkına boş ver sen şimdi çocukları, bak bizi komutan yalnız bıraktı. Senin saklamamızı, istediğin ortadan kaldırmamız gereken herhangi bir şeyin var mı? Onu söyle bana ben önce seni kurtarayım o Allahtan korkmayanlardan.
-          Abi benim saklanması gereken hiçbir şeyim yok, amma evdeki dolabımda üzerinde resmi yazışmalar, yazan bir dosya var onu al evine götür olur mu? İçinde okulum “Mut Endüstri Meslek Lisesi” için yaptığım yazışmalar, teslim tutanakları, ve okula istediğim bekçi için kaymakamlığa yazdığım yazışmaların bir nüshaları var. Onlar ileride çok gerekli olabilir.
-          Hocam onlar resmi yazışmalarsa zaten vardır yazışma yaptığın kurumlarda ne gereği var ki alıp saklamanın? Sen bana evde yasak yayın vs var mı onu söyle.
-          Abi onlara göre bizim beynimiz yasak yayın, başka saklayacak hiç bir şey yok.
-          Peki paran pulun var mı ?
-          Allah razı olsun abi her şeyim var. Aysel ablama, Hasan a, Şeyda ya, Salih e, Ayşe ye ve beni tanıyan herkese selam söyle olur mu?
-          Olur söylerim. Dedi Emir Ali Demirdağ ve tekrar sarıldılar birbirlerine. Ali abi bahçe kapısından dışarı doğru, Hoca karakol kapısından, holün sonundaki daracık nezarete doğru ilerlediler.
Zincirler yeniden açıldı ve içeri sıkışarak giren hoca ya divan gibi tümsek yerde yer açıldı. Hocanın yüzü gülüyordu, ziyaretçisi gelmiş orada olduğu biliniyordu artık. Bundan sonra kaybolma ihtimali çok azdı. Çünkü birçok kişi evinden alındığı halde nereye gittiği bilinmiyor, bir daha kendisinden haber alınamıyordu. Ya bir işkence hanede öldürülüyor kimsenin bilemediği bir çukura gömülüyor, ya da silahlı çatışmada öldü diye gazetelere servis ediliyordu.
     Çocuklar pür dikkat hocanın ağzına bakıyor lar ve söyleyeceği sözleri bekliyorlardı. İşkenceden gelen çocuk işe oturduğu halde uyuyordu, ya da uyuyor gibi yapıyordu. Bunu fırsat bilen hoca. –korkacak hiç bir şey yok çocuklar, her şey yolundaymış, öğrencimin babası gelmiş onunla sohbet ettik. Emir Ali Demirdağ ı biliyor musunuz? O benim öğrencim Salih in babası o gelmiş.  Bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sordu. Diğer yandan benim burada olduğumda en azından biliniyor ve kaybolma ihtimalim yarı yarıya ortadan kalktı.
-          Hocam biz seni sorguya götürdüler zannettik, sorguya gitmedin ya ona çok sevindik. İsterseniz nöbetleşe oturanlar uyusun ayaktakilerde bir saat sonra otursunlar onlarda uyusunlar.- Tamam çocuklar kimler uyuyor? – hocam oturanlar uyusun ayakta olanlar tam yarısı sayılır onlarda bir sat sonra uyusun.
        Gece bir iki nöbet değişikliği ile geçmişti ve artık gün ışımaktaydı. Hoca banyo yapmak istediğini jandarmaya söyledi. Jandarma komutanına ilettiler ve kaç kişi nin banyo yapacağını sordular nezarettekilerin yarısının bugün yarısının yarın yapmak istediğini söylediler. Jandarmalar banyonun termosifonunu yaktılar ve dörder, dörder iki gurup jandarmaların banyosunda, banyoya girdiler. Banyoda istenmeyen bir olay yaşandı. Sönmek üzere olan termosifonun altına odun atıldı tutuşmayınca gaz zannedilen şişedeki benzin ocağa boca edilince her kes çırılçıplak jandarma hamamından dışarı kaçıştılar. Olay düzelince yarım kalan yıkanma işi tamamlandı. İkinci dört kişi banyoya girdiler. Sabah ezanı okunmuştu. Tekrar nezaretin kapısı açıldı. Kapıdaki jandarma değişmişti
           Hocam ziyaretçin var
        Kardeş ziyaretçimi yoksa komiser mi ?
         Ziyaretçi hocam, yaşlı bir amca.
         Tamam gidelim. Hoca bu sefer hem banyo yapmanın verdiği hem de ziyaretçinin olması nedeniyle daha rahat tı. Acaba kim di gelen diye düşünürken, holün ucuna kadar gelen ak sakallı nur yüzlü, Osman Bardakçı amcayla karşılaştı. Sarıldılar hasret giderir gibi, sanki önceleri baba oğulmuş gibi sımsıcak sarılmışlar ve kokularını içine çekmişlerdi. Hocanın içi buruldu
        Osman abi nasılsın?
        İyiyim evlat sen nasılsın?
         Bende iyiyim abi
         Bir şeye ihtiyacın var mı hocam?
         Yok abi her şeyim var.
         Bak evlat bunun içinde birkaç günlük diş macunu var, buda fırça yeni, bunlarda oğlumun çamaşırlarından bazıları sana çıkıncaya kadar yeter. Fazla yatmayacaksın bu diş macunu bitince dışarıda olacaksın.
         Bilmiyordu ki Osman Bardakçı amca olan bitenleri. Bilmiyordu ki Hanefi AVCI nın işkence hanelerini. Bilmiyordu ki Kenan EVREN nin memleketin kaynaklarının başına çöreklenme serüveninin kısa sürmeyeceğini. Bildiği bir iş vardı terzilikti, kıt kanaat okuttuğu polis bir oğlu birde Avrupa da yaşayan oğlu, birde hocanın öğrencisi kendi adını verdiği tekne kazıntısı vardı.
    Eşi İzmirli Esma ablaydı. Hocanın bölgesinden hemşerisi sayılırdı. Oğlu Osman, Babası Osman amcaya öğretmeninin gözaltına alındığını ağlayarak söyleyince, Jandarma komutanına yalvarmış. Getirdiği beş sıkımlık diş macunu, diş fırçası ve oğlunun iç çamaşırlarından birkaç parça vermek için gelmişti.
   Süre bitti dedi jandarma, komutan yoktu ortalarda. Hoca tekrar Osman Bardakçı abisine sarıldı.
-Esma ablama selam söyle olur mu, merak etmesin bak ben çok iyiyim, ona söyle, Osman a da söyle Osman abi, beni merak etmesinler.
     İçeri girdi hoca Osman abisinin getirdiği paketi açtı. Beş kez diş fırçalayacak kadar diş macunu, bir kağıdın üzerine sıkılmış. Bir diş fırçası yeni alınmış, bir iç donu, bir atlet çıktı paketten. Hocanın gözleri doldu ağlamamak için kendini zor tuttu. Ve döndü çocuklara dedi – bakın bu macun bitinceye kadar bizim çıkacağımıza inanıyorlar. Derinden köşeden bir ses geldi --Onlar Hanefi AVCI nın İşkence hanelerini bilmiyorlar hocam, biz  kendimizi kandırmayalım.
          Not: Enegellenmezse devam edecek.                           Mehmet KIZILASLAN

18 Kasım 2010 Perşembe

İŞKENCECİ HANEFİ AVCI VE EMRİNDEKİLER 3


     
 Basında “Sorgulandığı emniyet müdürlüğünün beşinci katından kaçmaya çalışırken düştü öldü.” dediklerini gerçek mi sanıyorsunuz? Konuşmayanları atıyorlar beşinci kattan. Ya öldürüp atıyorlar, ya da attıkları için ölüyor sorgulanan insanlar.
      - Yapma delikanlı bu kadar kötü mü durum?
       - Anlattığım gibi hocam.  
 Daracık koğuşta kalem demeti gibi dizili olan herkes korkmuş, vücutları birbirine değdiği için mi bilmem ama herkes birbirinin kalp atışlarını kendi vücudunda hisseder gibiydi. Sanki saatler geçmek bilmiyor suskunluk birkaç saat sürmüş gibiydi ki: 
-Tamam! diye bağırdı hoca.
            - Ne tamam hocam? dedi çocuklardan birisi.
-Tamam! Buldum! Hem öyle bir şey buldum ki hepiniz Allahın izniyle kurtulacaksınız. 
-Yapma hocam! Allah aşkına yapma!  Umutlandırma boşuna cesaretlendirme bizi.
-İçinizde gerçekten herhangi bir bombalama, yaralama, yada çatışmaya giren var mı?
Hep bir ağızdan kimisi yemin ediyordu kimisi “Ben hiç bir şey yapmadım hocam!” diye sanki hoca onları dışarı salıverecekmiş gibi yalvarırcasına konuşuyorlardı. Hoca endişeliydi o somya gibi tümsekte yatan, işkenceden gelen çocuk da can kulağıyla dinliyordu onu ve toparlanmış divanın üzerine oturmuştu. Hoca onun yanına çıkıp    oturdu.                        
        -Hepiniz iyi dinleyin! Bu kardeşimiz yarın rahatsızlandım deyip hastaneye çıkması sağlanacak, hepinizle yarın konuşacağım.
Hoca yanına oturduğu delikanlının sırtını sıvazladı:
-Yarın sen çok rahatsızmış numarası yap hastaneye git ve tedavini yaptır. Sakın bugün burada konuşulanları kimseye anlatma. Ayrıca bahanen de hazır. Kendini çok kötü hissettiğin için sancılarla bir gece geçirdin ve bizimle doğru dürüst konuşamadın tamam mı? 
-Tamam. Dedi çocuk. Anlamıştı ki yanında konuşmayacaklardı.
    Gece saat hayli ilerlemişti nezaretin kapısının zincirleri açılıyordu herkes merakla kapıya döndü. Kapıdaki jandarma
– Hocam seni çağırıyorlar. Hoca korkmuştu.
-Kim ? diye bildi sessizce.Jandarma:
-Bi adam geldi seninle görüşmek ister. Bilmem. Komutan getir hocayı dedi!
-Tamam geldim. Dedi hoca amma ayakları titriyordu yinede. Çocuklar da hoca salimen geri gelse bari diye endişeyle bakıyorlardı jandarmayla giden hocanın ardından. Jandarma karakolunun bahçesine çıktıklarında Mut eşrafından Emir Ali Demirdağ, jandarma komutanını yanında oturuyordu. Hocayı görünce ayağa kalktı sarıldı hocaya:
– Hocam nasılsın iyi misin?
-İyiyim Ali abi. Siz nasılsınız?
-Biz de iyiyiz amma ben oğlum Salih’ten duydum seni almışlar, iki gündür de dışarıdaydım. Geldiğimde söylediler öğrenir öğrenmez de buraya geldim. Otur hele bakalım. Hoca jandarma komutanının gözüne baktı, onunda kafasını sallayarak oturmasını isteyince hoca oturdu sandalyeye. Hoca daha rahattı Ali abi onu rahatlatmak için
 – Komutan izin verdi görüşmemize sağolsun. Her akşam olmasa bile burası rahat olduğunda seninle görüşmeye geleceğim. Dedi.Komutan:
- Siz rahat konuşun Ali bey ben hocamı uzaktan tanıyorum. Okulunda bu güne kadar hiçbir olay olmadı. Sağcı solcu her öğrenci onun atölyelerine girebildi. Hani o çarşı esnafından B.C.’nin yeğeni vardı ya hatırlıyor musun? Dedi komutan. Ali Abi:
 -Hatırlamaz mıyım? Çocuğun soyadı “Başbuğ” dur ve sağcı diye onunla birlikte bir iki kişiyi daha okula almak istememişti solcu gençler. Hocam, o zaman olaya hakim olup her şeyi engelledi. ‘Benim okulumda asla böyle bir şey yaşanmayacak’ dedi ve hiçbir şey yaşanmadı.Komutan:
       -Ben buralardayım Ali bey siz rahat konuşun. Dedi ve hocayla Ali Bey’in yanından ayrıldı.  Tekrar sarıldılar Ali Bey ile hoca birbirlerine belli ki hoca Ali Abi’den yardım istiyordu.
       – Hocam bir isteğin var mı? Yapabileceğimiz bir şey var mı?
       –Ali Abi sakın ailemin haberi olmasın. Nasılsa birkaç gün sonra çıkarız dışarı.
-Tamam ancak kendini alıştırsan iyi edersin burası biraz uzun sürecek gibi,  gazeteci Sıtkı Soylu’yu sürgüne gönderdiler. Burada konuşturamadıklarını Mersin’e gönderiyorlar. Burada eskiden görev yapan Hanefi AVCI var ya, onun ekibi sorgulama yapıyormuş Mersin’de.
-Olsun abi suçumuz olmayınca ne yaparlar ki?
-Bak hocam! Önemli olan oraya gitmeden dışarı çıkabilmek. İnşallah oraya gitmeden seni dışarı alabiliriz.
-İnşallah Ali Abi, inşallah. O  HANEFİ AVCI  işkencecisinden içerideki çocuklar da çok korkuyorlar.
-Korkulmayacak gibi mi kardeşim! Söylentiler öyle bir noktaya ulaştı ki adam işkenceye aldıklarını ya öldürüyormuş ya konuşturuyormuş!
-Ali Abi kimse bir şey yapamayacak mı? Buna dur diyen yok mu?
-Abim bak! Yerel gazetecileri bile sürgüne göndermeye başladılar kimsenin gıkı çıkmıyor!
Allah kahretsin Abi be! Bu gençler ille de HANEFİ AVCI’nın işkence tezgahından  geçecek mi ?     
               (Not: Engellenmezse devam edecek)           Mehmet KIZILASLAN  

AYSEL-EMİR ALİ DEMİRDAĞ