26 Mayıs 2014 Pazartesi

AŞKA DAİR




      
                                   SEVGİ SAYGI VE AŞKA DAİR

             Bu yazımın sevgiye, saygıya ve aşka dair olmasını istedik. Bahar gelmişti ya hani, mevsime uymak gerekliydi. Birde Gazetemizi seneler sonra okuyanlar olursa eğer, yazılar bayatlamamalı ve onlarca yıl sonra bile okuyanlar için tazeliğini koruyor olmalıydı.
             Karar verdik Sevginin, Saygının ve Aşkın literatürdeki anlamlarından bahsetmeyecektik. Olağan üstü bir sevgiden, saygıdan ve insanları bu mevsimde saran aşktan bahsedecektim.
             Seneler sonra bile birçok insan kendisinden bir bölüm bulmalıydı yazımda.
             Bu bizim yazımızdı ve bahsettiğim aşk, sevgi ve saygı ile, aşığını özgürleştirmeli, onu yaşayan herkes kendisini buldukça, sevmeyi, öğrenmeliydi.
             Söyledim ya mevsim bahardı, aşk bahardan etkilense bile, sevgi ve saygı ne mevsimlerden, ne de yaştan etkilenmemeliydi.     
            İnsanlar aşklarını, sevgilerini birbirlerini haykırarak söyleseler bile, birçok kimsenin bilmelerini istemeye bilirler. Bu çok doğaldır, onların sevgileri, başka kimseleri ilgilendirmez ki.
            O sır sadece kendi aralarında değildir. “Allahın sessiz tanıklığında sürmekte ve bu onun izniyle ve şahitliğinde devam etmektedir.” Hiçbir yaprak ondan izinsiz düşmüyorsa eğer, hiçbir sevgi ve saygı da kalplere ondan izinsiz giremezdi.
            Birlikteliklerimizde, genellikle mesafeler bırakmayız. Saygıyı ihmal ederiz. Bunu da “aşkımızın sevgimizin büyüklüğünden” olduğunu söyleriz.
            Sevgiyi, sevgiliyi yüreğimizde tutmayı, onu tutsak almayı, Sevgimizin aşkımızın çok özel olduğunu söyleyerek değerlendiririz genellikle.    
           Oysa sevgi, Cennetin rüzgârları arasında özgürce, doyasıya dans edebilmek gibi bir şeydir. Orada çok özel saygı vardır.
           Birbirimizi çok sevmeliyiz ama onu kendi istediğimiz şekle sokmamalıyız.
Kendi potamızda eritip, kendi kalıplarımıza dökmemeliyiz. Eğer tamamen bizim istediğimiz gibi olursa sevgilimiz, yaşantımızda sürprizler olmazdı herhalde değil mi?
           Aynı şeyleri yapan iki ayrı insan olmaz mıyız acaba? Öyle olunca saygı kalır mı?    
           Bırakın aşk ruhunuzun kıyılarına vuran özgür dalgalar gibi olsun. Bizi canı istediği gibi istediği zaman sarsın.
          Bırakalım sevgilimizle ikimizin de ayrı, ayrı özgürlük alanları olsun.
          Çevremize baktığımızda, biri, diğerinin gölgesinde kalmış, iki ulu ağaç görebilir miyiz?
          Sevmek sevgiliyi büyütmektir. Sevgili büyüdüğünde, sevgi nasıl olsa büyümez mi?     
          Sevgiliyi esir almak, baskı altıda tutmak, kendimize benzetmek değildir, sevgi.
          Hangi sevgi, saygısız ve tek taraflı devam edebilmiştir ki?

          Biz sevilmekten önce, sevmeyi ve saygı göstermeyi öğrenmek, zorundayız.
          Askta, Sevgide kaybedenler gibi, Beni ne kadar seviyorsun? Bana ne kadar aşıksın? Soruları bile saygısızlıktır, sevgiyi yavanlaştırmaya, eksiltmeye yetecektir. Biz hayatımızda bunu yapmayacağız.
          Halbuki Sevgilimi, ne kadar çok seviyorum, sayıyorum?
          Ona ne kadar çok huzur veriyorum, rahatlatıyorum?
          Kendisi olmasına ne kadar izin veriyorum?
          Sevdiğimi ona ne kadar çok tekrar ediyorum?
          Değerlerine ne kadar çok saygı gösteriyorum?
          Diye, sormamız gerekmez mi?             

          Kendimizi değerli hissetmek için kalabalıklara sığınmak ne kadar yanlışsa, sevgimize tanık aramak, ölçülere sığdırmaya çalışmak da o kadar yanlıştır.
          “Yalnızlığı tatmayanların, Sevgiyi, saygıyı yaşama şansı da yoktur.” Diye düşünüyorum
          Diğer yandan biz kendimizi de, sevmek zorundayız.
          Kendisini sevmeyen ve yerden yere vuran insanla, sağlıklı ilişkiler kurulabilir mi?
O kendisini tüketirken bizi de tüketmez mi?

          Peki! bu kadar sorudan sonra, kendimizi severken, sevgilimizi yüceltirken, ona saygı gösterirken, öyle güzel duygular saracak ki bizi; Sevgilimizi gölgemizde soldurmadan, onun özgürlüklerini kısıtlamadan, günden güne mutluluğumuzun arttığını göreceğiz.  
         “Sevgilisini büyüten aşık, kutsal yolda ilerleyen bir nur gibidir.” Sözünden hareketle, ölümsüz aşkı bulmanın yolu, sevdiğimizi büyütmekle mümkündür.
             
          Daha önceki bir dörtlüğümde “Aşkın en büyükleri de, en küçükleri de, Allah’ı bulacaktır” demiştim.  
          Şimdide diyorum ki, “Büyük aşıklar, sevdiklerini büyüttükleri için, Allaha daha yakın, diğerleri daha uzak mesafelerde olacaklardır”.
          Ha birde “El ele tutuşan gençlere düşman olan bir toplum, sevmeyi bilen değil, savaşı körükleyen bir toplumdur.” Diyorum.
          Hiçbir kimse çevremizdeki şiddetten “ben sorumlu değilim” diyemez yüreğinde sevgiye, aşka yer vermediği sürece.
          Ölümsüz aşk ve sevgiler, huzurlu, mutlu yaşamlar, diliyorum.
İsterseniz sevginizi, saygınızı ve ilişkilerinizi, bu yazımdan sonra bir daha gözden geçiriniz.    
           Hepinize Saygılarımı sunuyorum.
                                Mehmet KIZILASLAN 2014-05-26      




                    

16 Mayıs 2014 Cuma

CANIM YANIYOR





      CANIM   YANIYOR   ÖLÜMLERDEN MEDET UMANLARA
Ben olsam ne yapardım sözünü hiç sevmiyorum ama bu gün bunu söyledim çünkü çok canım yanıyor.
Herkes yine sokaklara dökülmek isteniyor ve ölümler üzerinden siyaset yapılıyor. Yürüyüşlere, gösterilere, çekilmeye çalışılıyor ülkem.
Bu gösterilere katılmayanlar, acaba vicdansızlar mı sizce?
Sanal âlemdeki köşelerinde siyah kurdele bağlamayanlar katiller mi sizce?
Efendiler sizin hükümetiniz olsaydı iktidarda ve bu patlama yine olsaydı o zamanda sokaklara dökülecek miydiniz acaba?
            Canım yanıyor önce Somadaki hemşerilerimin şehit olmalarına.
Canım yanıyor, Devlet adamlığından nasibini almamış, ölümleri siyasetinde kullanan muhalefet liderlerine.
Canım yanıyor taşrada insanları sokaklara döken basiretsiz politikacılara.
Canım yanıyor sivil toplum örgütlerinin liderlerinin söylemlerine, canım yanıyor.
            Bir parti seçimi kazanamaya bilir. Muhalefete düşebilir. Partisinin kadrolarına acaba gölge hükümet kurdurup her bakanın yanlışlarını takip ettirip doğrusunu önermeleri için girişim yaptıkları olmuş mu hiç?
           Bir başka muhalefet lideri seçimi kaybetmiş olabilir. Vilayetlerde genel müdürlükleri takip etmesi ve yapılan yanlışlarda uyarması için, gölge genel müdürlükler ihdas etti mi hiç?
            Bir başka işçi dostu kurum, kuruluş, sendika,  Hükümetin iş güvenlik uzmanlarının karşısına gölge iş güvenliği uzmanlıkları oluşturmuşlar mı hiç?
           Allah aşkına muhalefettekiler, sizler buna benzer bir uygulama geliştirdiğiniz oldu mu hiç?
           Bazı geri zekâlılarınız, ne gereği var,  hükümet yanlış yapar biz eleştiririz diyorsunuz. Biliyorum ama bu ucuz siyasetten vazgeçin artık. Bu siyaseti yemiyor millet. Daha anlamadınız mı?

 Şimdi size bir örnek vereceğim. Devletin elinde petrol sondaj makineleri var onlarca. Özel sektörde de var o makinelerden. İş güvenliği için yukarıda bahsettiğim gölge bakanlıklar gölge genel müdürlükler ve gölge iş güvenliği uzmanlıkları kurmuş olsaydınız.
Yer altında yaşayan hayvanların yuvalarını incelemiş olsaydınız ikinci bir kaçış yolunun olduğunu görürdünüz. Ve birden fazla havalandırma deliğinin olduğunu görürdünüz.
Ve yukarıdaki yetkililer. İlgilileri uyarırdınız. Onlara bir proje sunduğunuz odlumu madenciler ve madenlerin yapısı hakkında?
 Onları sadece eleştirerek yeni yöntemler önermeyen proje sunmayan muhalefettekiler hepinize sesleniyorum. Bazen sizin orada neden olduğunuzu da merak etmediğim olmuyor değil.
Bütün yer altı madenlerine ikinci kaçış yolları açtırmak zorundasınız. Onlarca havalandırma bacası açtırmak zorundasınız. Bu işletmeler özel sektörde de olsa Devletin gücü ile yapılması ve ondan sonra üretime devam edilmesi gerekir.
Bu fikrimi dikkate almadığınız sürece, gerekenleri yapmadığınız sürece hepiniz suçlusunuz. Gerçi sizler orada sadece olumsuz olaylar cereyan etsin ve bizlerde  muhalefet yapalım diye hayıflandığınız zamanlar oluyordur ama muhalefet yapmak bu değildir.
  Soma bir milat olsun her madende söylediğim kaçış yolu ve havalandırmalar açılsın artık madenler bir ölüm merkezi değil gerçek ekmek kapısı durumuna getirilsin.

Göreceksiniz ileriki günlerde bunlar yapılmadığında, Nükleer santral karşıtları, Termik santral karşıtları,  Hidro elektrik santrali karşıtları, yanında birde Kömür madeni karşıtları ortaya çıkarılacak. Enerji eksiği olan bir ülkede yaşamaya zorlanacağız.
O zamanda elektrikler neden kesiliyor diye sokaklara döküleceklerdir.
Yine birileri Güneş panelleri ve rüzgar enerjisi panelleri ne güne duruyor, diyenler var duyuyorum. Onlara da biraz okumalarını ve dünyada hangi devletin ne kadar enerjisini bunlardan karşıladıklarını okusunlar. Maliyetlerinin nelere ulaştığını araştırsınlar. Hayal dünyasında yaşamasınlar diyorum.
Canım yanıyor. Kaza ve kadere inanmıyorsunuz madem, kendi beyinleriniz de ürettiğiniz bir çözüm yolu öneremediğiniz için.
Canım yanıyor Ölümleri politikalarınızda kullandığınız için.
Canım yanıyor devlet adamlığı sıfatına yakışmayanlarınız olduğu için.
Canım yanıyor hasılı, her açtığımda ekranlarımı kirlettiğiniz için.
             Mehmet KIZILASLAN 2014-05-16




15 Mayıs 2014 Perşembe

SOMA KÖMÜR





                                    KÖMÜR MADENLERİNDE ŞEHİTLERİMİZ İÇİN
                         Dostlarım, Somadaki ekmek parası uğruna şehit olan kardeşlerimizin yakınlarına       
                verilmesi için. Ve bundan sonraki iş yeri kazalarında can verecek olanların yakınlarını da                         kapsayacak şekilde YENİ TAZMİNAT YASASI hazırlanmalıdır. 
                       Bu kanunların çıkarılması için kamu oyu oluşturmamız gereklidir diye düşünüyorum. 
               Özellikle böylesi tazminatların, işveren ve işçi arasında mahkemelere sebep olmayacak şekilde               düzenlenmelidir.
                       %80 i Devlet tarafından % 20 si İş veren tarafından ödenmelidir diye düşünüyorum.
                        İşveren hatasını neden devlet ödesin diyenleriniz var. 

               Onu daha sonra tartışalım ama, yandaş İşverenlere hibeler teşvikler verileceğine,
                        İşçi tazminatları Tüm İşverenlerin üzerinden alınsın daha uygun olur diye                                düşünüyorum. Göreceksiniz mahkemelerdeki yük da kalkacaktır. Mağdur olan şehit yakınları                    da tazminatlarına hemen kavuşacaklardır. 
                        İnanıyorum tartışılırsa kamu oyunda çok daha işçilerimiz yararına geliştirilecektir.
                                                 Mehmet KIZILASLAN  2014-05-15
.

12 Mayıs 2014 Pazartesi




                                      YUNUS  AÇTIR KÖYLÜSÜ AÇTIR
               Aşağıdaki yazdığım hikâye gerçektir. Şaşıracaksınız ama, yoksul olan bir insanın ne kadar çaresiz olduğunu ve neleri elinin tersiyle ittiğini. Daha sonra da hatasını düzeltmek için ne kadar çile çektiğini okuyacaksınız.
              İnançların yerleşmesinde ve yaşanmasında tok olmanın da ne kadar önemi olduğunu göreceksiniz. Açlığın yoksulluğun da bir o kadar ters yönde etkisinin olduğunu düşüneceksiniz. Birde Vefa’yı sorgularsanız, günümüzde olmayan vefa’yı sevinirim.
 
              Selçuklunun zayıf dönemleridir, Yunus açtır, çocukları açtır, köylüsü açtır, çare için, köyü Sarıköy den yola çıkar. 13 günlük bir yolculuktan sonra, Sulucakara köyündeki Hacı Bek taş’ı velinin yanına ulaşır.
             Eli boş gitmeyecektir, gittiği hiçbir yere. Yolda heybesine alıç toplamıştır.  Hacı Bekraş’ı veli onu huzuruna alır ve ne istediğini sorar.
            Yunus- Bana buğday veriniz efendim, köylüm aç, çocuklarım aç.
             H.B.V- Yunus, sana getirdiğin her alıç’ın çekirdekleri sayısının on katı nefes verelim oğul.
            Yunus – Ben neyleyeyim nefesi, ne olursunuz bana buğday beriniz hünkârım.
            H.B.V.-  Yunus bu gün bizim misafirimiz ol hem düşün hem dinlen istersen.
            Yunus-  Hayır, iki çocuğum, eşim, anam aç, köylüm aç, ben buğday isterim der.

            Yunus buğdayları alır köyünün yolunu tutar. Yolda uyur ve rüyasına girer, Hacı Bek taş’ı Velinin söyledikleri. Ama buğday köyüne, köylüsüne, çocuklarına gereklidir, yoluna devam eder. Köyüne olaşır, buğdayları dağıtır.
            Köyünde bir gün dahi yatamaz. Sabaha karşı yola düşer. Eşi de annesi de bilmektedir,  neden gittiğini ikna edemezler. Hacı Bek taşı Veli ye döner ve ondan her alıç tohumu için 10 nefes ister. Hacı Bek taş’ı Veli, ona kendisinden yetkinin alındığını ve Tap t
uk Emreye gitmesini söyler.
           Yunus pişmandır. İzin istedi yine yola çıktı, günlerce yola devam etti. Sakarya boylarında, Tap tuk Emre’nin dergâhına ulaştı.
          Hacı Bek taş’ı Veli’den selam getirdiğini söyler. Tap tuk Emre hünkârımla, görüşmek isterim der.
          -Kimsin ey evlat
          -Bir garip kulum dervişim.
          -Geldin demek evlat. Bana ayan olmuştu. İçin yanar, konuşmakta zorlanırsın değil mi, evlat hele anlat kendini, anlat.
          -O göz ki seni gördü, o ruh ki seni istedi, tende ne işi var. Diyen dörtlüğünü söyler Yunus, Tap tuk ermeye.
          -Benden ne istersin evlat. Der tap tuk emre.
          -Ben gerçek aşkı isterim efendim.
         - Sen bu uzun, yola, yolculuğa dayanabilir misin Yunus? Der ve devam eder Tap tuk emre
          -Sana hırka versinler, emek çek, nasibini al. Dergâha odun taşıyacaksın. Dergâh da iki yunus oldu, senin adın, Yunus Emre olsun.
         Yunus senelerce dergâh’a odun taşır, hiçbir eğrisi olmayan odunları. Sırtı yara olur ve durumunu etrafındakilere anlatır. Konu, Tap tuk Ermenin kulağına gider.
          Sana bu ince uzun yola dayanamazsın demiştim. Daha olgunlaşmadın Yunus. Sen hala Dünya kokuyorsun, derdin bitmedi, Yunus, der. Hikayeyi burada keseceğim.
           Tam 40 yıl, karın tokluğuna çile çekmiştir, aşkı için, Yunus emre, karın tokluğuna dergâhta.
          Şimdi bana kimse, çile çekmeden aşık oldum demesin.
          Bana kimse varlık içinde yüzerken, eziyet çektim demesin.
          Bana kimse Hasreti yaşamadan, vuslatın tadını çıkardım demesin.
          Bizler her sözün cılkını çıkarıyoruz, farkında değiliz. Ve yine bizler damarımıza basıldığında bas, bas bağırıyoruz. Saygılı değiliz.
          Ne sevda, ne aşk, ne hasret, ne vuslat, bizde gerçek değerini bulamıyor artık. İşin en  kötüsü de Vefa’nın bizde hiç karşılığı yok artık biliyor musunuz.
          Vefa artık İstanbul’da bir semtin adında başka bir şey değil. Sadece bir semtin adı olarak kalmasaydı eğer. İnsanlar, bu kadar bencil olurlar mıydı dersiniz?
          Kendileri için yapılanları unuturlar mıydı acaba? Ne dersiniz?
          Saygılarımla.    Mehmet KIZILASLAN 2014-05-12
           












8 Mayıs 2014 Perşembe

YAZMAK YADA YAZMAMAK.






Bazen yazmamın ya da yazmamamın hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Onun için de bir hayli zamandır yazmama konusunda direniyorum.
Senin yazılarını kim okuyor? Diyorum kendime
Okuyanlarda, neyi değiştirebiliyorsun?
Fikirlerin zaten çoğu kez anlaşılamıyor.
Anlaşılsa da, anlayanların da elinden bir şey gelmiyor. Onları da üzüyorsun.
Buna benzer oldukça çok düşünce benim yazmamı engelliyor.
Direnmek istiyorum bütün yanlış bildiklerime. Ama onlar sadece benim yanlış dediklerim ya da benim gibi çok az insanın, yanlış dediği şeyler değil mi?
Birçok insan için yanlışlar çok farklı. Çünkü öğrendiğimiz birçok bilgi bizlere, başkaları tarafından hazır lokmaların ağzımıza verilmesi gibi, beyinlerimize zerk edildi, edilmeye devam ediyor. Gündeme takılıp kalmalarımız bundan değil mi?
Düşünmek, sorgulamak gibi bir zahmete de katlanmak istemedik hiçbir zaman. Çoğunluk nereye gidiyorsa orası doğrudur zannettik. Oysaki “Çokluğunuz, biriktirdikleriniz de, kibirlenip durmanız da  size bir yarar sağlamadı der A’raf takiler….. 7/48
Bizler hep çok olmamızla, biriktirdiklerimizin çokluğu ile, kalabalık olmalarımızla övüne duralım. Acaba yaptıklarımızın ne kadarı doğru?
Bu yazımı yazarken bir dostum abim geldi. Yazı yazmaya çalıştığımı görünce, ona okudum, yazdığım yukarıdaki kısımları.
O ise bana “ Sakın ha yazmayı bırakma, doğru bildiklerini yazmaya devam et. Yeter ki sen O nun için yazmayı çalış. Bak önünde iki kitap açmışsın yazmaya çalışıyorsun.
Sakın bundan vazgeçme. Hiçbir kimse peşinden gelmeye bilir. Söylediklerini dikkate almaya bilir. , Nuh peygamber 950 sene İslam’ı anlattı çocuğunu ikna edemdi. Lut peygamber senelerce İslam’ı anlatı karısını ikna edemedi. Hazreti İbrahim İslam’ı anlattı ateşlere atıldı. Sakın ha bizim kendimizi onlarla bir tuttuğumuzu zannetmesinler.” Diye devam etti sözlerine ama ben bu kadarına yer verdim.
Bizim anlattıklarımız yazdıklarımız ne ki, İslam’ın doğruları yanında; Aklımızın erdiği kadar, dilimizin döndüğü kadar, doğru bildiklerimizi sorgulamaktan başka.
Ondan aldığım cesaretle sizlere sesleniyorum dostlarım. Doğru bildiğimiz şeylerin  bazıları doğru olmaya bilir diye düşündüğünüz olduğu zaman, bu düşüncenizin ardına düşün korkmayın. Sorgulayın, ölçün, biçin, tartın Allah aşkına. Kalabalıkları belirlediği gündeme  takılıp kalıp gerçeklerden uzaklaşmayın.
Mesela şu düşüncenin sorgulanmasından başlayabilirsiniz düşünmeye, “Allaha ulaşmak için bir tarikatın müridi olmanız şart mı?” Olmanız istenir genellikle. Muhakkak, onların birçokları, Kur’an daki doğruları anlatırlar, ama şart mıdır, mürit olmak.
Bir tarikatın müridi olduğunuzda şeyhinizin izni olmadan cennete gidebilir misiniz?
( 30/ 32 )Rum suresinin 32. Ayetinin ne anlattığını isterseniz yerinden okuyarak siz karar veriniz. Bu sefer hazır ayeti yamayacağım. Hepinizde bilgisayar yoksa bile, bir meal vardır nasılsa, isterseniz  unu astığınız duvardan indirip, bir bakınız ne yazıyor. Ona emanet olunuz.        Mehmet KIZILASLAN 2014-05-08