30 Ocak 2020 Perşembe

MUHTAÇ HALE GETİRİLEN MİLLET VE SAHİPLERİ


                               
        Köylü Milletin efendisi idi. Sanayi henüz devlet eliyle kurulma aşamasındaydı. Üreten köylü, çalışan köylü, takdir edilmesi gereken köylüydü.
     Şehirlerde, birbirinin ihtiyacını karşılayan esnaf ve köylünün malına aracılık eden küçük tacirler vardı.
     Önem köylüdeydi.
    Basma üreten fabrikalar, Hani o namusuz, aile mevhumu olmayan, kapımızda yabancı bir şapka gördüğümüzde evimize giremeyeceğimiz sistemin yaşandığı söylenen! KOMANİS, Rusların yardımı ile kurulduğunda, eskiden beri İngiliz kumaşı giyen! Halkımız kendi ürettiği basma fistan giymeye başladı.
    Tarım aletlerinin, ülkemize girmeye başlamasından Devlet Üretim çiftlikleri yeni yeni örnekler oluşturmaya başladığı zamanlarda Devletimizin kurduğu fabrikalarda çalışmak üzere şehirlere akın etmeye başladı köylümüz.
     Sanayileşmeyi bir türlü beceremeyen ama ucuz iş gücünün kapılarında sırada beklemesini isteyen üretim araçlarına sahip olmaya başlayan ilk özel sektörün isteği üzerine “köylü nüfusunu %20 lere indireceğiz” diyen boynu ile göbeğinin kalınlığı aynı başbakanlar sayesinde, çarpık kentleşmeye koştu insanımız.
     Onlarca fabrikanın bedelini, narenciye ve o fabrikaların üretimleri ile ödediğimiz ve kurtuluş savaşından evvel ilk saldırmazlık antlaşması imzaladığımız, kurtuluş savaşında bize silah ve ekonomik destek sağlayan ülke ile bağımızı kesen ve kendi geleceklerini, Milletin geleceğinin önünde tutan, kadınlara düşkün, başbakanların yönetiminde dış ilişkilerini satılmışlık üzerine kurdu devletimiz.
       Dış yardımlar karşılığında, kurulan uçak fabrikalarını ve birçok fabrikasını kapatan, üretiminden vaz geçen bir hazırcı, üretmeyen, borçla yaşayan millet haline getirildi insanımız.
       Komünizm gelecek korkusu ile, üretimden gelen gücünü az da olsa kullanmaya başlamış insanımız, dünya sermayesinin oyununu anlayamayan yöneticilerimiz sayesinde, ülkemizde sadece bir gazoz fabrikası bulunan devletin kucağına itildi.
       Önem sermayenin eline geçti.
       Para her şeyi satın alır oldu.
       Reklamlarla Millet, ihtiyaçlarının dışındaki Lüks harcamaların içine çekildi.
       İnsanımız arasında kendi kaynakları ile yetinen sağlıklı doğal şartlarda yaşayan köylümüz aşağılanır oldu.
      Depreme dayanıklı, hasta etmeyen, Ahşap çakma kerpiç ve yığma tuğladan, kendi imkanları ile ucuza mal olan evlerden çıkılıp; Pahalıya mal olan ve Mezar olan beton yapılara koşuldu.  
      Güdümüne girdiğimiz ülkelerde köylüler halen tek katlı ya da iki katlı evlerini çakarak ahşaptan yaparlarken, gök delenlerini de çelikten yaparlarken; bize radon gazı yayarak kanser eden, depremde yıkılarak öldüren beton yapıları önerdiler.
        Okullarımız, art niyetli yabancı öğretim görevlileri sayesinde, Mühendislik bilgilerinin tecavüz edildiği, yapı teknikleri ile donatıldı.
         Ülkemin dağının taşının, çimento üretimi için dengeleri bozulurken; şehirlerimiz beton yığını haline getirildiğinde insanımız geliştiğini zannetti
          Beton yapılar nedeni ile Milletimizin en az 10 yılı ipotek altına alındı.
          Huzurlu ve sağlıklı yaşayacakları, yazın serin, kışın sıcak tutan, sağlıklı ve ucuz evler köylerimizde tu kaka edilerek ve yapımları mevzuatlar yüzünden engellenirken; normal zamanlarda hasta eden ve depremlerde öldüren evler, övülerek ayyuka çıkarıldı.
           Deprem konusunda yanlış yönlendirilip, mezarlarına koşturulan insanımız ilk depremlerde el açar duruma getirildi. Devletimiz de çaresiz hale getirilmeye çalışıldı.
           Siyaset de bu gelişmeler içinde ( dürüst olanlarını tenzih ediyorum)tamamen bencil ve çıkarcı insanların eline geçti.
         Gelişmiş ülkelerin insanları depremlerde evlerinden dışarı kaçmazlar. Bizim insanlarımız dışarı kaçmazlarsa ölürler. Kaçtıktan sonra yardımlara muhtaç halde, sokaklarda bekleşirler.
        Siyasetçilerimizin, acıda tasada ve olağan üstü hallerde yanımızda olmasını ve geçmiş olsun a gelmesini bildiğini de iyi olduklarını zannederiz. Oysaki iyi bir devlet adamı, Milletini her ortamda güçlü ve yardıma muhtaç olmayacak hale getirmesi halinde iyidir.
         Bu öğreti, yanaştığımız emperyalist devletlerin öğretisi olsa gerek.
        Millet için yapılması gereken her şeyi, depremler ve afetlerde dahil, yıkılmayan iş yerleri ve konutlar da yaşatıp, böylesi afetlerde kendi kendisine yeten sistemi kurmak yerine, el açar ve yardım bekler durumda bekletmek onları saygın mı yapıyor acaba diye düşünmüyor değilim.
         Demem o ki dostlarım, bu gidişat da bir yanlış var. Bu yanlışların düzeltildiği günleri görmek dileğim ve saygılarımla.   Mehmet Kızılaslan 2020-01-30
   

23 Ocak 2020 Perşembe

DEPREM ve BETON MAFYASI


                                 deprem resmi ile ilgili görsel sonucu      
        Ülkemde çarpık bir kentleşme ve yapılaşma örnekleri yaşanırken insanımızın beyin yapısıyla ve sağlığı ile de oynanıyor.
      Eskiden, Anne ve babaları ile, aynı bahçe içinde ikişer odalı, ahşap çakma direkler üzerinde kerpiç evlerde oturur iken çekirdek aileler.  Büyük aile yapısı içinde, çocukların eğitiminde Nine Dede terbiyesi de bulunmaktaydı. Anne ve baba, bağa bahçeye çalışmaya gittiklerinde, çocuklarını dede ve nine bakıyor, işlerinden dönen anne ve babanın da yemekleri nine tarafından hazırlanmış oluyordu.  Çocuklar sokakta oynasalar bile terleri Ninesi tarafından silinip yeni çamaşırlar giydiriliyordu.
     O kerpiç yada, bir versiyon ötesi yığma bir katlı tuğla yapılarda, insanlarımız tehlikesiz depremleri atlatırlarken, sağlıkları korunuyor, kolay kolay hastalanmalar olmuyordu.
     Ne oldu da bu yapılardan kaçarak şehirlerdeki betonarme mezarlara doğru koşmaya başladık?
Sanayileşme diye büyük şehirlere akın eden gençlerimiz aile işlerinden kaçtıklarında çok daha büyük tuzakların içine düştüklerinin farkında bile değillerdi.
     TV kanallarının çekirdek aile reklamları, Nine ve dedelerin baskılarını ayyuka çıkarırken, Köy hayatının verdiği monotonluktan kaçan çekirdek aileler, büyük şehirlerin dikey Betonarme apartmanlarına yerleştiklerinde sınıf atladıklarını zannettiler.
     Oysaki beton mezarların içine yerleştiklerinin hiç farkında değillerdi.
Yerel yöneticilerin kolaycı mantığı, dikey yapılaşmanın şehircilikte belediye hizmetlerinin daha kolay oluşundan olsa gerek, yatay yapılaşmayı önermek şöyle dursun, yol kanalizasyon ve alt yapı hizmetlerinin maliyetini düşürmek için; vatandaşın aç gözlülüğü ile aynı arsa ya iki aile yerine yirmi ailenin yerleşeceği apartmanların dikilmesine sebep oldular.
       Devletin yetersizliği, insanımızın büyük aile yapısından kurtulmak isteyişi, arsa sahiplerinin aç gözlülüğü, Beton mafyasının sinsi çalışmalarını görmemizi engelledi, köylerde bile gökdelenler dikilmeye başlandı.
      Sonuç, kendi mezarımızı kendimiz hazırladık, kendi sonumuzu kendimi z çağırdık.
     Hak ettik mi?
     Hayır hak etmedik.
     Eğitimin çarpıklığı, gelişmiş ülkelerin zenginleri bahçeler içinde villalarda yaşarken, bizim gibi çarpık gelişen ve eğitimsiz ülkelerin zenginlerinin apartman dairelerine yerleştiğinde çağ atladığımızı zannettik.
    Son zamanlarda uyanan zengin eğitimliler, kendilerini geniş araziler içindeki villalara atsalar da, halen milyonlarca insanımız beton tabutlarda yaşamlarını sürdürüyorlar.
    Ne zaman kadar?
    İlk, 7 şiddetinde ki depreme kadar.
        Betonarme yapılarda hiç konuşulmayan, radon gazının verdiği kanser hastalığı insanlarımızın çoğu tarafından bilinmemektedir. Bazı cesur bilim adamları ülkemizdeki akciğer kanserlerinin % 80 sebebi, Radon gazından olmasına rağmen, % 20si sigaradan dolayıdır demelerine rağmen radon gazı nedir diyen hiçbir yetkili ve kimse yok.
         Radon gazı betonarmenin açığa çıkardığı bir gazdır ve zemin ve birinci kat betonarme evlerde  çok bulunmaktadır. Akciğer kanserinin de  % 80 sebebidir.
        Beton yapıların ısınma sorunları desen başlı başına bir meseledir. Bir metreküp betonun ağırlığı 2500 Kg dır. Bir normal, Yüz metre kare evin, beton kütlesi 30 tonu aşmaktadır. 30 ton kütle ısınacak sonra siz ısınacaksınız. Otuz ton kütle serinleyecek, sonra siz serinleyeceksiniz. Bu sistemin sağlıklı olup olmadığını siz düşünün artık.
       Gelelim ne yapacağımıza, Acilen depremde, çadır kurulacak arazilerin açılması oraların suyu, elektik jeneratörleri ve benzeri gıda maddelerinin stokunun yapılması gerekmektedir.
        Sonraki süre içinde de, Nüfus planlaması yapmıyorsa yetkililerimiz, yatay, ahşap ya da çelik binalara ruhsat kolaylığı, harç muafiyeti getirmek. İnsanımızı hasta etmeyecek ve öldürmeyecek yapılarda yaşatmak olacaktır.
        Yedi şiddetinde depremler görmemek, görmemiz kaçınılmazsa sağlıklı kalmak dileğimle Saygılarımla.        Mehmet Kızılaslan. 2020-01-23





4 Ocak 2020 Cumartesi

1950- 1970 YILLARI ARASINDA DOĞANLAR


                                         
  Değerli okurlarım bu köşe yazımda –Amasya Taşova Gazetesi’nde bir misafir yazar olan Mevlüt Kaleli  tarafından kaleme alınmış,  Yazar Ümit Zileli tarafından paylaşılmış bir yazıyı aktaracağım. Umuyorum sizlerde çok beğeneceksiniz.
      Bir neslin duruşunu, sevinçlerini, hüzünlerini, kavgalarını, birikimlerini o kadar güzel yazmış, o kadar içtenlikle anlatmıştı ki, o neslin tüm duygularına ortak olduğu, aynı iğne deliklerinden geçtiği, aynı ezalara, cefalara katlandığı belli oluyordu…
       Ehh, bendeniz de ucundan kıyısından o nesilden sayıldığım için gözlerim yaşararak okudum bu güzelim yazıyı; artık “anonim” ortak değer katına yükseldiği için, yazarının hoşgörüsüne sığınarak sizlerle paylaşmak istedim… İlle de o nesle ait olmasanız da kendinize ait pek çok şey bulacaksınız!.. Ara başlıkları, okumayı kolaylaştırmamız adına ben koydum.
      Okuduğunuzda bakın, bakalım yüreğiniz nelerle dolacak!..
     “Hepsi şahsına münhasır, özel üretilmiş, yokluklar içinde yetişmiş yaralı bir nesil…
      -Kim bunlar?
      1950 ile 1970 yılları arasında bu dünyaya merhaba demiş, en genci 50, en delikanlısı 70 yaşında, hâlâ 18’lik deli taylar gibi ideallerinin peşinde koşan deli bir nesil..?
      Hiçbirinin altına hazır bez bağlanmamış… Höllük üzerinde yatmış, şeker çuvalından pantolon, Canikli lastikten ayakkabı giymiş… Evde inek beslemiş, okulda ABD süt içirilerek beslenmiş bir garip nesil…
       Hiçbirinin renkli çocukluk resmi olmamış… Hatta hiç bebeklik, çocukluk resmi olmamış… Hiçbiri kreş, dershane, özel okul görmemiş…
     -Ama hepsi profesörlere dahi ders verecek kadar bilgi sahibi bir tuhaf nesil…
      İhanet ve kalleşlikle sınanan nesil!
Harp görmüş, darp görmüş… Baskı, çatışma, sorguda işkence görmüş…
    Karakolda “Filistin askısı” ile ceza evinde isyanla tanışmış… İhaneti ve kalleşliği görmüş; işkencede insanın hayvan yüzünü görmeyeni kalmamış…
     En azı 5 ihtilal, 6 muhtıra, 7 post-modern darbeden sağ salim paçayı yırtmış, en azı 10 ekonomik krizden nasibini almış, tecrübe abidesi, yoklukla terbiye edilmiş, direnç abidesi bir nesil…
     Bu nesil özel bir nesil, birbirini vatan için katletmiş… Vurmuş vurulmuş, dövmüş dövülmüş… Ne yaptıysa yoluyla yordamıyla, kendi meşrebine uygun, ahlakına yakışır olanı yapmış…
    Düşmanın da merdini aramış, buldu mu hakkını teslim edip onu da sevmiş… Dostun namerdinden, arkadan hançerlerinden nefret etmiş…
    Birbirini yok etme pahasına, ölümüne mücadele etmiş, ama neslini tüketmemiş… İn ithaf sayılmasın diye idam sehpalarına selam veren inançlı yiğitler de, sırtından kurşunlanıp dostunun kucağında can veren ana kuzuları da bu nesilden çıkmış…
     Bunlar, bu neslin üretim harikası mı yoksa üretim hatası mı tartışılır ama bu neslin istisnasız tamamı karşılıksız, hesapsız bu vatanı sevmiş….
     1950 ve 1970 yılları arasında doğanlar gerçekten özel üretim, çoğu yatılı okumuş, kardeşlik ve paylaşma duygusu zirve yapmış… Çok kitap okumuş, en azı liseyi bitirmiş, hayatı yaşayarak öğrenmiş; ne ailesine ne devletine ekonomik yük olmamış, geneli bir baltaya sap olmuş… Muhannete muhtaç da olmamış, ezilmiş ama ezik kalmamış… Aç, açık, evsiz, yurtsuz, aşsız, susuz kalmış, kimseye müdana etmemiş…
     Eğilmemiş, el etek öpmemiş, aç yatmış, kuyruğu dik tutmuş… Kan kusmuş, ‘kızılcık şerbeti içiyorum’ demiş… Dik durmuş, dikleşmemiş kendi şahsına münhasır özel bir nesil… Görevini, sorumluluğunu bilen, onuru için bir pireye bir yorgan yakan, öfkeli, hırçın bir acayip nesil bu dinozorlar…
     Ölümüne yoldaş mezara kadar arkadaş!..
Neden bu kadar özel bu nesil biliyor musunuz?
      Bu neslin üzerinden silindir gibi devlet geçti… Dozer gibi dünya milletleri ezdi geçti… Hayat bu nesli sınadı, çarkının dişlilerinde öğüttü ama tüketemedi… Bu çarktan kurtulabilen kurtuldu… Yaralı kurtulanlar, şükretmeyi, tevekkülü, sabırlı davranmayı, yaşamayı, hayatta kalmayı bildi…
     Bu nesil, ihanetin acısını, dost hançerinin sancısını, ölümüne yoldaşlığı, mezara kadar arkadaşlığı bildi… Dostu için can vermeyi de, elindeki son lokmayı paylaşmayı da sadakati de, vefayı da bildi…
      Bu nesil, katı, aksi, deli, serttir… Bir o kadar da merttir, hoşgörülü ve merhametlidir… Bu neslin yaşarken öğrendiği bilgi ve kaybederken edindiği tecrübe en büyük servetidir… Yani bu 1950 ve 1970 yılları arasında doğan, dinozorlar tam bir müzelik antika nesildir…
      Onun için 1950-1970 yılları arasında doğmuş, hâlâ inadına yaşayan ana, baba, amca, dayı, teyze, hala, yenge, dede, büyükanne her neyiniz varsa değerini bilin!..
     -Çünkü bunlar elinizde kalan son değerli hazinelerinizdir…
       Oturun onlarla konuşun, dinleyin, geçmişi öğrenin, sonra arar da bulamazsınız… Çünkü onlar yakın tarihin son canlı kaynak kişileri, her biri iki ayaklı sözlü yakın tarih kitabıdır… Benden söylemesi… Vesselam…”  Kalemine yüreğine sağlık, Mevlüt kaleli  kardeşim. Teşekkürler paylaştığınız için, Ümit Zileli üstadım.
          Nasıl dostlarım, nasıl oldu yüreğiniz? Saygılarımla.
                                      Mehmet Kızılaslan 2020-01-04